Günümüzdekilerle boy ölçüşebilecek olan su kanalları ile şehir planlamacılığının mükemmel örnekleri, lüks ürünlerin satıldığı bayındır ticaret merkezleri… İşte, 4500 yıl kadar önce İndus Vadisi Uygarlığı’nın muhteşem kentleri Harappa (günümüzde Pakistan’ın Pencap eyaletinde) ve Mohenjo-daro (günümüzde Pakistan’ın Sind eyaletinde). Bu kentleri kuran halk aslında bir imparatorluk da kurmuştu. Ancak onların sosyal örgütlenmeleri, dinleri adet ve gelenekleri hâlâ gizemini korumaktadır. Onların garip biçimli resim-yazıları çözülene kadar da bu gizem sürecektir.
Victoria döneminde demiryolu, ilerlemenin, ülkeyi modern çağa ulaştırmanın bir simgesi halindeydi. İngiliz Doğu Hindistan Kumpanyası sahipleri Hindistan’ın iç bölgelerinin toplumsal artısını çekebilmek ya da başka deyişle kaynakları daha iyi sömürebilmek için yüzlerce kilometrelik Lahor-Multan demiryolunu döşemeye başladılar. Oysaki 19. yüzyıl Hindistan’ının demiryolu ağının kurulması, bizleri gelecekten daha çok Hindistan’ın köklü geçmişinin 2000 yıl kadar gerilerine götürmüştür. John ve William Brunton adlı iki mühendis kardeş, Doğu Hindistan tren yolunu kum ile alüvyon toprağın üzerine döşemekte zorlanıyorlardı ve 1856 yılında John Brunton daha sonra yazmış olduğu gibi, tren yolunun kırma taşlarını nereden bulacaklarına ait kafasına koyduğu yeni şeyleri durmaksızın deniyorlardı. Daha sonraları duydu ki, bu hattan pek de uzakta olmayan Brahminabad adında eski bir harabe kent vardı. Kenti ziyaretinde gördü ki çok iyi pişirilmiş olan sert tuğlalar kullanılmıştı burada. Buranın aradığı kırma moloz için mükemmel bir “taşocağı” olacağına inanmış olarak geri döndü ve aslında düşündüğü gibi de oldu.
Kuzeyde kardeşinin hattı da bir başka tarihi kent, Harappa kentini kurmak için kullanılan tuğlaların alındığı tepeler topluluğunun yakınlarından geçiyordu. William Brunton da ağabeyinin izinden gitti ve prehistorik Harappa köyünü kırma moloz için yağmalayarak bu yolla 93 millik ya da 149.000 metrelik kırma taşı çok ucuza mal etti. Harappa’nın kalıntılarından sökülen tuğlalar, raylar altına balast (kırmataş) olarak kullanıldı.
Tuğlaların yanı sıra, çok fazla olmamakla beraber, aralarında sabuntaşından işlenmiş olan mühürlerin de bulunduğu, sanatsal parçalar da çıkarıldı. Bu parçalardan bir tanesi bir asker olarak olduğu kadar, arkeolog olarak da tanınan ve 1856 yılında Hindistan’ı ziyarete gelen General Sir Alexander Gunningham’ın ilgisini çekti. Mühre bir boğa resmi ve ne anlama geldiği bilinmeyen birtakım yazılar işlenmişti. General bu önemli buluntunun değerini fark etmiş, bölgede 1872 yılında Hindistan arkeolojik araştırmalarının başına geçene kadar bir kazı başlatmıştı. Bu keşfinin haberi, 1875 yılına kadar yayınlanamadı ve olaydan 20 yıl sonra, olay gündeme geldiğinde bile pek fazla dikkate alınmadı.
1920’ye dek bütün uzmanlar antik Hindistan uygarlığının, Büyük İskender’in MÖ 327’de kıta parçasına yaptığı keşif gezisi çerçevesindeki birkaç yüzyıla sığdığı düşüncesinde idiler. Kent olarak nitelendirilebilecek, bilinen en eski Hint yerleşim birimi, ayakta duran taş duvarları ile 6. yüzyıldan kalma Rajagriha idi.
İndus Vadisi Uygarlığının Keşfi
Ancak 20. yüzyılın başında Sir John Marshall, Hindistan Arkeoloji Genel Müdürü olan General Cunningham’ın mührünü Harappa’nın diğer tarihi mühürleri ile karşılaştırdı. Onun hatları, Harappa uygarlığının, sanılandan çok daha eski olduğu intibaını uyandırmaktaydı. Bu durumda 1920’de Marshall, Hintli arkeologlardan Rai Bahadur Day Ram Sahni’yi Harappa’daki tepeciklerde kazılara başlamak üzere görevlendirdi. Hintli, Marshall’ın tahminlerini destekleyen, İskender’in buraları istila etmesinden önce oralarda gelişmekte olan ileri düzeyde bir uygarlığın 1000 yıldan beri var olduğunu gösteren keşifler yaptı. Rajagriha’nın duvarlarından daha eski olan hiçbir yapı bulunmamışken, Marshall’ın iddiasının biraz cüretkâr gözükmesine karşın, aslında tahmininde 1000 yıldan daha fazla bir eksiklik bile vardı. Ve 1920 yılında Sir John Marshall’ın “Illustrated London News“da Harappa ve Mohenjo-daro ile ilgili araştırmalarını duyurmasıyla, o güne değin hak ettiği gerçek değeri görmeyen eski dünyanın antik dört büyük uygarlığı arasındaki İndus Vadisi Uygarlığı tüm arkeologların dikkatini çekmeyi başardı.
1922’de Marshall’ın Hintli arkeologlarından bir başkası, Harappa’nın 400 mil güneyinde Mohenjo-daro (Ölüler Tepeciği) olarak adlandırılan bölgede kazı yapmaya başladılar. Bu iki yerdeki kazılar birkaç mevsim boyunca devam etti ve Hint geleneklerinden hiç bahsedilmemiş olan bir uygarlığa ait iki kentin kalıntılarını gün ışığına çıkardı.
Bu uygarlık MÖ 2500 yıllarında kurulmuş ve MÖ 1500 civarında sona ermiş gibi gözükmektedir. Eldeki bulguların, şu ana kadar gösterdikleri, önemli sosyal ve ekonomik kurumların çok hızlı bir şekilde oluştuğu ve ileri bir şehircilik sisteminin var olduğunu düşündürmektedir. Onlar metalleri yaygın bir şekilde kullanıyorlardı. Alet ya da araç ve gereçler, bakır ya da bronzdan, lüks eşyalar ise gümüşten veya altından yapılıyordu. Uygarlığın sonunu getiren nedenler ise, hâlâ karanlıktadır.
Daha önce Ganj Vadisi’nde varlığı ortaya çıkarılan Hint uygarlığından ayırt etmek için burası, kendisine yaşam veren ve belki de sonlarını da hazırlamış olan nehrin adıyla yani İndus Vadisi Uygarlığı olarak, ya da keşfedilen ilk yerleşim yeri olan Harappa’nın adına, Harappa Uygarlığı olarak tanınmaktadır. Oysa en ileri döneminde bu kültür İndus Vadisi’nin dışına yayılmış ve Mezopotamya’daki devletlerden ya da Mısır Krallığı’ndan çok daha büyük bir bölgeyi kaplamıştı. Elli yılı aşkın bir zamandır süren titiz kazılar birçok öykü için de kaynak olmuştur. Bu bir tür dev bulmaca gibi, her yeni eleman, sonuca bizi daha çok yaklaştıracağına yeni anlamlara ve tam tersine yeni yorumlara yol açarak durumu biraz daha çapraşık bir duruma sokmaktadır. Ayrıca böyle iyi organize edilmiş bir uygarlığın nasıl olup da böyle hızlı bir şekilde geliştiği, böyle esrarengiz bir şekilde çöktüğü sorusu da var. Binlerce dönümlük arazileri kaplayan Harappa ve Mohenjo-daro, İndus Vadisi Uygarlığı’nın bilinen en önemli yerleşim merkezleri, ayrıca bu kültüre ait ya da ondan etkilenmiş olarak bilinen 100 yer daha vardır. Bunların pek azı 10 hektardan daha geniştir. Bazıları da Hindistan’da bulunmalarına karşın, çoğu da Pakistan’da yer almaktadır. Harita, bir bakışta yazarların İndus İmparatorluğu olarak adlandırdıkları alanın genişlediğini göstermektedir.
Şimdiye dek, tam olarak ortaya çıkarılamamış olan yerlerin çoğunda İndus Vadisi Uygarlığı’ndaki bütünlüğü gösteren gelişimin genel yapısındaki benzer çizgiler görülmektedir. Çok derinliklerde kaldığı için henüz kazı yapılamamış olduğundan, bu gelişme henüz tam olarak örneklenememiştir; ancak Kot Diji’de Mohenjo-daro’nun karşısından nehri geçince, tam bir gelişim dizgisi gün ışığına çıkarılmıştır.
İndus Vadisi Uygarlığını Kim Kurdu?
Eski görüşe bakılırsa, İndus Vadisi Uygarlığı’nı yıkanların göçebe çobanlar oluşu gibi, onu kuranlar da belki göçebe çoban topluluklardı. Bu görüşte olanlara göre, MÖ 3000 dolaylarında, Hindistan’ın (tarih boyunca barbar akınlarının giriş kapısını oluşturan) kuzeybatısının ırksal kompozisyonu bunu (yerli Dravidyen ırk ile akıncı Hint-Avrupa dili konuşan halkların fizik tipinin varlığını) gösteriyor. Dolayısıyla, Kuzeybatı Hindistan’da İndus kıyılarına yerleşenler, genel olarak Mezopotamya uygarlığından, özel olarak komşu Susuniya (Elam) bölgesindeki Sümer uygarlığından haberli göçebe çoban topluluklar olmalıydı.
Bu topluluklar, Sümerlerin Dicle-Fırat Vadisi’ne inişlerininkine benzer koşullar içinde (ama onlardan binyıl sonra) İndus Vadisi’ne inmiş olabilirler. Buralardaki, MÖ 7. binyıldan beri yaşadıkları bilinen Neolitik köy topluluklarını fethedip, üzerlerine çöreklenmiş bulunabilirler. Sonra, kasaba çapına ulaşan yerleşme yerlerini ırmak taşkınlarına karşı korumak amacıyla, yerli halkları setler, platformlar yaptırmak, sulu tarım için kanallar açtırmak yolunda çalıştırmış olmalılar. Sonuçta, sulu tarımın veriminden yararlanılarak, büyük çapta artı aktarımı yoluyla, bazı kasabaların kentlere dönüşmüş olması çok olası. Fethi ve çöreklenmeyi gerçekleştiren göçebe çobanlar konfederasyonunun birbirine akraba kabileleri birleşip, bir ya da birkaç başkent çevresinde devletler kurmuş olabilirlerdi. Ancak bu (eski) yorumlar (yeni yorumculara göre) olgulara dayandırılmaya çalışılan, ama bulgulardan tam destek alamayan senaryolardır.
İndus uygarlığının doğuşunda en büyük etkiler (İran’da, Afganistan’da yaşayan göçebe topluluklar aracılığıyla değil) doğrudan deniz ticareti yoluyla Sümer’den gelmiş olabilir. Sümerler, McNeill’in belirttiği gibi, kendininkine benzer iklim ve coğrafya koşullarına sahip Mısır’ın topluluklarını uygarlığa yönelten etkilerin benzerini, İndus toplulukları üzerinde de yapmış bulunabilir. Böyle bir etkinin (olmuşsa) fetih ve Sümerlerin kendi kültürünü dayatması biçiminde olmadığı biliniyor. Bunu, İndus uygarlığının yazı, ikonografi, kent plancılığı, bir ölçüt (standart) tartı ve ölçü araçları gibi (Sümer’inkinden farklı) kültür ürünlerinin varlığından biliyoruz. Bunu, İndus’ta zigurat ya da piramit benzeri yapıların yokluğundan da çıkarabiliyoruz.
Mezopotamya Vadisi ile İndus Vadisi arasında gerek güneyden deniz yoluyla, gerek kuzeyden kara yoluyla mal değişimi ilişkilerinin şaşmaz kanıtları var. Bunların en bilineni her iki yörede karşı yanın mühürlerinin bulunması. Mühürlenen mallarla birlikte (en azından mühürler üzerindeki) düşüncelerin, hatta kurumların da taşınabildiği biliniyor. Böyle bir taşınma (Mısır örneğinde gösterildiği gibi) yerli biçimlerin ve yerli kurumların geliştirilmesinden önce bir öykünme (taklit) evresinin varlığını gerektirir. Mısır örneğinde kanıtlanan bu öykünme olgusunun kalıntıları, İndus örneğinde (taban suyu yüksek ırmak mili altında kalmış olabilecekleri nedeniyle deniyor) şimdiye dek bulunabilmiş değil. Buna karşılık, Sümer yazılı kaynaklarında “Meluhha” denen ülkeden getirildiği söylenen çeşitli mallar, İndus kaynaklı olup Sümer-İndus alışverişinin kesin kanıtıdır. Ancak bu alışverişin, İndus Vadisi Uygarlığı’nı tetiklemedeki etkisini (geçmişini) saptamak kolay değil.
İndus uygarlığının Sümer’den etkilenilmeksizin, yerli Neolitik kültürlerin gelişmesiyle doğduğunu ileri süren yazarlar da var. Onlara göre İndus uygarlığının Sümer ve Mezopotamya ile İndus arasındaki Elam kültürlerinde bulunmayan (ama Hindistan’da çok geniş bir bölgede bir örneklik gösteren) özellikleri bunu gösteriyor. İki bölge arasındaki, ırmak boyunca dizilen kentsel yerleşmelerin varlığı, taşkın ovasında bulunmayan ya da kıt bulunan kereste, taş, metal gibi hammaddelerin yabancı ülkelerden sağlanması gibi ortak özellikle-rinde bile görülen önemli farklılıklar da bunu gösterir. Bunlar, kent plancılığı, tüm İndus’ta karşılaşılan standart tartı ve ölçü araçları gibi Sümer’de bulunmayan özelliklerdir. İndus yazısının karakterleri ise, Mezopotamya’dakilere hiç benzememektedir. Eşitsiz uygar toplumsal örgütlenmenin, Sümer’in katmanlı toplumundan farklı olarak, kast toplumuna varacak yönde başlamış olması olasılığı da vardır.
Şehir Planlamacılığın İlk Örnekleri
İndus uygarlığı, farklılaşmanın, katmanlaşmanın ileri düzeylere ulaştığı bir toplumdu. Kentler biri yüksekkent (akropolis) biri alçakkent denebilecek yerleşme bölgesi olmak üzere, iki (eşitsiz) bölümden oluşuyordu. Kimi tarihçilere göre bu ayrımın nedeni kast sistemiydi. Kale içindeki yüksekkentlerde, iyi evlerde egemen yönetici katman yaşıyordu. Alçakkentlerde ortaya çıkarılan, birbirine özdeş, küçük, bitişik odalardan oluşan yerleşim adaları (savaşçı kışlaları değilse) köle ya da angarya emekçisi kulübeleriydi. Belki de aşağı kastların barakalarıydı. Bazı yeni yorumlar bundan farklıdır. Onlara göre yüksekkentler (egemen katmanın konut bölgesi değil) tapınma ya da savunma amacıyla kurulmuş kamusal alanlardır.
Mezopotamya kentlerinde büyük yapılar, ovada taş ocakları bulunmadığından kerpiçten yapılmıştı. Yöre ormandan da yoksun olduğu için kerpiçler (pişirilip tuğlaya dönüştürülemeyip) güneşte kurutulmuştu. Oysa kerpiç, İndus bölgesinin yağışlı iklimine uygun değildi. Bu nedenle kerpiç, vadiye yakın yerlerde ormanların varlığından yararlanılıp pişirildi. Böylece değil yüzyıllara, binyıllara dayanabilen tuğlaya dönüştürüldü.
İndus’un kentlerinin genel yapısında caddeler birbirlerini 90 derecelik açılarla kesmektedir. Binaların genel formları ve malzemeleri çok işlevlidir ve süslemeden arındırılmıştır. Daha büyük olan kent ve kasabalar ise, her birisi ilke olarak belirli bir iş ile uğraşan, çalışanların barınmakta oldukları bölgelere ayrılmıştır.
Bu durum, kentlerin en başında kurulmadan önce tasarlanmış olduklarını akla getirmektedir. Gereksiz olan ayrıntı ve süslemelerden kaçınılmış, bütünlüğe ve temizliğe önem verilmiştir. Kısacası, İndus kentleri şehir planlamacılığının ilk örnekleridir.
Harappa’nın İndus Nehri’nin kolu olan Ravin’in eski yatağının yakınlarında, Mohenjo-daro’nun ise İndus’un eski yatağının kıyılarında yer aldığı bilinmektedir. İki kentin de kuruluş düzenleri ile yerleşim düzenleri birbirine benzemektedir
Din ve yönetim işlerinin nasıl ve nereden yürütüldüğü hakkında pek fazla bir şey bilinmiyor ise de Batı’daki yükseltilerin daha çok dinsel merkezler olduğu düşünülmektedir. İndus Vadisi Uygarlığı’nın en büyük kenti olan Mohenjo-daro, kenti çevreleyen 4-5 kilometre uzunluğundaki surları ile 300 hektarlık (dönümlük) bir yerleşim yeriydi. Batısında balçık ve kerpiç platform üzerinde yükselen bir kale bulunmaktaydı. Kale, 200×400 metrelik bir alanı kapsıyordu.
Mohenjo-daro’da birkaç tane ilginç yapı bulunmuştur. Bunların arasında en dikkati çekeni, şüphesiz büyük banyo ve tahıl ambarıdır. Bu banyo 6 metreye 8 metre boyutlarında, doldurma ve boşaltma sistemi de bulunan, fayanstan yapılmış döşemeleri ve kaplamaları dikkatleri çekecek düzeyde olan bir havuzdur. Havuzun tabanındaki ve yan yüzlerindeki fayanslar, kenar kenara alçı taşından harç ile döşenmiş ve üzeri de ziftle örtülmüştür. Sonra bunun üzerine yeniden fayans döşenmiştir. Bu şekilde havuzun sızdırmazlığı sağlanmıştır. Havuzu, her birisi küçük bir antreye ve su kanalizasyonuna bağlanmış ve taban döşemesi olan yıkanma odacıkları çevrelemekteydi. Mohenjo-daro gibi büyük bir kentin nüfusuna oranla bu küçük banyonun boyutları düşünüldüğünde, arkeologlar kentin bu bölümünde sayıca çok az insanın yaşamakta olduğu sonucuna varmaktadırlar. Büyük banyonun vücut temizliğinden çok ruhun arındırılması gibi kutsal bir amacının olabileceği de düşünülmektedir.
Her ne kadar arkeologlar, binalardan birisinin tapınak olabileceği üzerinde duruyorlarsa da, İndus kentlerinde tapınma amaçlı anıtsal yapıların yer almadığı da gözükmektedir. Öte yandan kuvvetli bir olasılıkla tahıl ambarı, bir mağaza olarak ya da halkın ödediği vergilerin, toplanan devlet gelirlerinin biriktirildiği hazine olarak kullanılmaktaydı. Devletin istihdam ettiği çalışanların, işlerinin ücretini tahıl olarak aldıkları da ileri sürülen bir varsayımdır.
Harappa ve Mohenjo-daro’nun efendileri, kalelerindeki nispi barıştan başlarını kaldırıp basit ve alçaklara yerleşmiş şehirdeki işlerini takip edebilmekteydiler. Kale ve surların arasında her tür istila olasılığından ve bir dereceye kadar da sık sık taşma eğiliminde olan nehrin kaprislerinden korunmuş oluyorlardı. Bu kalelerin hiç de demokratik ve eşitlikçi olan bir topluma ait olduğu sanılmamaktadır. Daha çok ilkel uygarlıklar benzeri, militarist ve dinsel bir yönetim gücünü düşündürmekte burası.
Alçakkentler hakkında en çok bilgi Mohenjo-daro’dan öğrenilebilmektedir. Bir zamanlar kalıntılar ve yıkıntılardan başka hiçbir şeyin bulunmadığı bu yerde, şimdi bütün bu yerleşim kazılarla ortaya çıkarılmış bulunmaktadır. Kent, kalenin 200 metre doğusunda dört katlı bir tepecik üzerinde yükselmekteydi ki, tepecik arasında bulunan yerler için birçok varsayımlar öne sürülmekte ise de bunların hiçbirisi tatmin edici değildir. En yakın olasılıkla, İndus o zamanlar, kente şimdi olduğundan daha yakın bir yatak izliyor ve kentin surlara yakın tarafındaki su ihtiyacını sağlayan kanal ya da nehir kolunu oluşturuyordu.
Alçakkentteki çoğu evin eni, boyu ve yüksekliği birbirine yakındı. Standart büyüklükte tuğlalarla örülmüşlerdi. Ancak aralarında 800 metrekareyi bulan büyüklükte olanlar da vardı. Böyle büyük evlerin her birinin içinde tuvalet, banyo ve sarnıç bulunmaktaydı. Irmağın yatağını değiştirmesi olasılığına karşı, halkın su gereksinimi düşünülerek, alçakkentte 600 kadar kuyu açılmıştı.
En gelişmiş döneminde, Mohenjo-daro’nun 40.000’lik bir nüfusu barındırdığı sanılmaktadır ki bu, hayvancılık ve tarım ile geçinen bir ülke ve o zaman dönemi için önemli bir sayıdır. Ancak kentin kendisi ticari bir metropol olarak çok daha geniş bir bölgeye hizmet vermiştir.
Bundan daha şaşırtıcı olan ise kentin bir ızgara tablası gibi olan yerleşim planıdır. 9 metre genişlikteki caddeler, kuzeyden güneye, doğudan batıya 270 metre X 360 metre dikdörtgensel bir blok halinde örülmüştür. Çok bilimsel bir yaklaşım olmamakla birlikte, bu bağlamda, Mohenjo-daro’nun halkının uzaklıkları, bloklarla ölçmekte olduklarını varsayabiliriz.
Kentte daha çok Ortadoğu ve Asya şehirleri benzeri, ana caddelere bakan yüzleri penceresiz olan duvarlar bulunmaktadır. Tüm kapılar genişlikleri 3 metreye kadar çıkan sokaklara açılmaktaydı ve bu sokaklar blokların her birinin merkezine kadar girmekteydi. Bu şekilde, evler sokağın tozundan ve meraklı gözlerden korunmuş olmaktadırlar. At arabaları trafiği de kontrol altına alınmış ve kanalize edilmiş olmalıydı. Zira trafik tıkanıklığı ilk kez motorlu araçların ortaya çıkması ile olmamıştı ve burada da vardı.
Öte yandan insanda hayranlık duygusu uyandıran şey ne esas kentin boyutları, ne de bu düzenli planıdır: Bunlardan daha çok onun kanalizasyon sistemidir. Mohenjo-daro’nun halkı, dünyanın birçok yerinde hâlâ görülmeyen, klasik dönemler öncesi düzeyle ise hiç karşılaştırılamayacak, gerek kamuda ve gerekse kişilerde var olan aşırı bir temizlik alışkanlığına sahiptirler. İster küçük ister büyük olsun, her meskeni, kendi bağımsız su yoluna açılan ve duvarların içine döşenmiş olan birer toprak boru hattına sahipti. Bunlar sırası ile merkezi kanalizasyon şebekesine bağlıydı. Böylesi bir kentçilik anlayışı, ne Mezopotamya’da ne Mısır’da görülmüştü. Bir ölçüde (bin yıl sonra) Hititlerin atıksu künkleri döşeli başkentleri Hattuşaş’da görülebilecekti.
Lağım çukurlarının aralıklar halinde ana şebekeye bağlandıkları kendekiler de vardı. Bunlar yoğunluklu artıkların, engel oluşturmaksızın asıl akış hattına toplanması için tasarlanmışlardı. Kentin her yanında, kimi sokaklardan girilebilen kimi evlerin altlarında birçok kuyu bulunmaktadır. Bu sistem, buralara yanlışlıkla düşen eşyaların toplanabilmesi açısından arkeologlara da dikkate değer bir yardımda bulunmuştur.
Gözden kaçırılmaması gereken başka bir ayrıntı ise, dönemine göre oldukça kalabalık bir nüfusa sahip olan kentte ne görkemli bir sarayın ne de bir tapınağın olmamasıdır. Hatta ve hatta büyük bir anıt ya da heykelin bile olmaması, bu uygarlığın devletsiz bir toplum olduğu düşüncelerini getirir.
Harappa ve Mohenjo-daro’da Günlük Yaşam
Mohenjo-daro’da ve öteki kentlerde günlük yaşam nasıldı? Hiç şüphesiz sert ve acımasız olmalıydı: Sanat, festival ve eğlenceden çok ticaret ve emek ağırlıklıydı yaşamları. Fakir zanaatkârın ve zengin bir tüccarın evleri arasında görülebilecek asıl farklar, yalnızca bunların büyüklükleri ve birbirlerine göre birkaç ufak teknik üstünlükten ibaretti. Genel izlenim tekdüzelikten kaynaklanmış olan müthiş bir tutarlılıktır. Kilometrelerce devam eden aralıksız örülmüş tuğlalardan hiçbir belirgin karakter çizgisi elde edilemez; öte yandan caddelerin dışında bir toplanma yerinin de bulunmaması, tekdüzelik imajını desteklemektedir. Kentin sonradan yapılan yeniden kurulmalarında da ilk planlara kesinlikle uyulmuştur. Bu da İndus uygarlıklarının büyük bir kısmında zanaatkârların aralarındaki bir fikir birliğinden çok, açıkça ortaya konan bir otorite gücünün zoru ile yalnızca kendi alanlarında faaliyet gösterdikleri izlenimini bize vermektedir. Kentlerin yerleşim planları, yaşama biçimi hakkında çok az bilgi vermektedir; daha çok günlük yaşamda kullanılmakta olan kap kacak, oyuncaklar, ağırlıklar ve hatta gizemli şekillerin üzerlerine kazındığı mühürler gibi ayrıntılar ile olay kolayca yakalanabilmededir.
“Terracotta” (bir tür kırmızı toprak), eşyaların genel malzemesidir ve çömleklerin üzerleri bu kırmızı renkli madde ile kaplıdır. Ayrıca bunların da üstüne, soyut geometrik şekillerden klasik figürlere kadar değişen siyah renkli dekoratif motifte süs olarak işlenirdi. Bu figürlerde bitkiler ve hayvanlar çoğunluktadırlar. Oysa insanlar burada çok az görünmektedir.
Tüm işlerin çarkının başında eğilmiş çömlek ustası tarafından yapılmasına karşın, bunların olağanüstü fazla sayıda olması, iyi örgütlenmiş olan bir endüstrinin varlığına işaret etmektedir.
Arkeolojik kazılarda bulunan sayısız çamur heykel, oyuncak ve deri eşya bize kent halkı hakkında bilgi vermektedir. Bunların çoğu kadınları, yapılmış saçları ile ve mücevherlerle süslenmiş olan tanrıça ya da dansöz şeklinde göstermektedir. Ancak bunların arasında günlük işleri ile uğraşan ev kadınları ve anneler de yer almaktadır.
Tek parça elbiselerinin içindeki kadınların aksine, erkekler genellikle çıplak olarak çalışmaktadırlar. Bu figürlere ek olarak, at arabaları ve genellikle eklemli oynar başları olan Harappalı çocukların ardından koşan hayvanlar vardır ve o günün yaşamından bazı basit sahneleri böylece gözlerinizin önüne getirmeniz mümkündür.
Bin yıllara kafa tutup demiryollarının ağırlığına dayanabilecek denli dayanıklı pişmiş tuğlaların yanında, pazar yerlerinde çok derece dayanıksız, güneşte kurutulmuş çömlek kap parçalarının bolluğu da dikkat çekicidir. Araştırmalar bunların, pazarlarda su satıcılarının, alıcılara su doldurarak verdikleri, standart bardakların kalıntıları olduklarını ortaya çıkarmıştır. Yirminci yüzyılda tek kullanımlık kağıt ya da plastik kola bardaklarının kullanılmasına yakın bir kültür düzeyi! Alıcılar içtikten sonra yere çarpıp bardakları kırıyorlardı. İndus uygarlığında aynı kabı kullanmanın yol açabileceği salgın hastalıklara çözüm böyle bulunmuştu.
İndus Yazısı
İndus uygarlığı, kimi yazarların yazdıkları gibi özgün doğmayıp, Sümer uygarlığından etkilenerek doğmuş olsa bile (Mısır’da görüldüğü gibi) kendi biçimini ve biçemini geliştirdiğine kuşku yok. Bu gerçeğin en güzel örneği yazısı.
Hindistan’ın ilk yazısı resimyazısıydı. Sümer’in de çiviyazısından önceki (ilk) yazısı piktografikti. Benzerlikleri burada başlayıp burada bitiyor gibidir. Aralarındaki en büyük fark (bizim için) Sümer yazısının tarihçilerce okunabilip, İndus yazısının (daha) çözümlenmemiş olup okunamamasıdır. Dolayısıyla içeriğinin bilinmemesidir.
İndus yazısı, daha çok mühürler (ya da muskalar) üzerine olmak üzere çömleklere, fildişi çubuklara, bakır plakalar üzerine yazılı bulundu. Yerleşim yerlerinde ilk ilgiyi uyandırmış olan mühürler ise o kadar çok sayıda bulunmuştur ki, her ailenin kendisine ait bir mührünün bulunmuş olması mümkündür. Buna karşın yazılı bir parça üzerinde en fazla 25 karakter (im, simge) var. Bunlar karesel biçimlidir ve üzerine bir hayvan motifi ile sağdan sola doğru okunuyormuş izlenimini veren bir yazıt kazınmıştır. Genellikle gergedan, zebu, fil, kaplan, antilop, tekboynuz (İng. unicorn) olarak belli hayvanların İndus yılının bölündüğü altı mevsimi simgelediği sanılmaktadır. Ender olarak insan resimleriyle karşılaşılır. Üzerlerinde haç, gamalı haç gibi desenler de vardır.
Şu ana kadar bu yazıların tamamen deşifre edilmesi mümkün olmamıştır. Dokümanların eksik olması yüzünden, dilbilimciler bu yazının ilettiği resimsi mesajları çözebilmekten uzaktırlar.
Yaklaşık 500 karakterden oluşan bu yazının çözülebilmesi için birçok denemeler yapılmıştır, ancak yalnızca bir tanesinden şaşırtıcı sonuçlar elde edilebilmiştir. Bu çalışmalar, İndus yazısının bilmece veya bulmaca gibi okunması gerektiği savını öne süren Finli dilbilimcilerden oluşan bir grup tarafından gerçekleştirilmiştir. Öncelikle yaklaşık 500 farklı karakter olması bu yazının uzun, karmaşık iletilerin iletiminde (örneğin tarih, mitos, mektup için) kullanılmadığını gösteriyor. Onlara göre, balıkların, insanları ve benzerlerini farklı duruşları ile ve biçimleri ile gösteren işaretler esasında biçimsel olmaktan çok, bu dile ait seslerin anlatılmasında kullanılıyordu. Bu daha çok İngilizcedeki “ben” anlamına gelen şahıs zamiri “I”ın yine İngilizcede telaffuzu bu sese çok yakın olan ve göz anlamına gelen “eye” ile anlatılması yani bir göz şekli çizilerek anlatılması gibi bir şeydir. Ne var ki bu kuramın gerçek anlamda kullanımı, ilgili dilden yeteri kadar doküman bulunmadan önce gerçekleşemeyecektir.
Mühürlerin hangi amaçlarla kullanıldıkları ise, üzerlerindeki yazılar çözülene kadar bilinemeyecektir. Yalnız amaçlardan birisinin, bunların ticarette kullanılan malların üzerinde damga olarak kullanımı olduğu sanılmaktadır. Bu durumda, günümüzde malların üzerlerindeki etiketlerin bunların kime ait olduklarının anlaşılmasını sağladıkları gibi, bunların da mülkiyet hakkının bir kanıtı olmalı pekâlâ mümkündür.
Birçok bakımlardan, İndus kentleri gizemlerini hâlâ korumaktadırlar. İndus Vadisi Uygarlığı hakkında bilgi birikimimiz halen yetersizdir ve bu uygarlığın sona ermesi ile ilgili olarak öne sürülen birçok kuram vardır ve büyük bir olasılıkla da çöküş birkaç farklı etmene birden dayanmaktadır. İndus Nehri’nin olağandışı taşmalarından birisi (ki bu ırmak hâlâ taşmaya devam etmektedir), orada nehri kontrolleri altına almak isteyen insanların sabırlarını ve güçlerini tüketmiştir. Öte yandan, MÖ 1500 civarında gerçekleşen bir Ari istilasının çöküşe neden olduğu da iddia edilmektedir. Harappa uygarlığı üzerine yapılan iddiaların hiçbirisi tam olarak ikna edici olamamaktadır. Her iki iddia da böylesine iyi örgütlenmiş olan bir toplumun yıkılmasına neden olmayacak kadar basit ve hafif gözükmektedir. Zaten Arilerin gelişlerinden 500 yıl öncesinden itibaren çöküşün emarelerine rastlanmaktadır. Bazıları ise bu iki kentin terkedilişini, uzun zamanlar boyunca toplumu kliklere ayırmış olan politik ve ekonomik kurumlara bağlamaktadır.
Uygarlıklarının ne durumda bulunduğu, dev bir bütünün ancak küçük parçacıkları olarak anlaşılabilmededir. Böylesine titiz bir anlayışın egemen olduğu bir kültür hakkında bu kadar az şeyin biliniyor olması garip ve üzücüdür. Herhalde sert iklim ve selin istilası ve gelişen olumsuz ticari değişmelerin sonucu olmuş olmalıdır bu çöküş.
Elimizde, çok canlı ve çeşitli bir ticaretin varlığına dair birçok çeşitli kanıt bulunmaktadır. Sümer’de bile İndus Vadisi’ne ait mühürler bulunmuştur. Hindistan’da Cambay Körfezi’nin ucunda yer alan Lotal, Hindistan’ın merkezi hinterlandı ile gelişmiş ticari bir takım ilişkilere sahipti. Lotal’in iskelesi olarak bilinen büyük tuğla yapının da Harappa uygarlığı tarafından yapılmış olduğu sanılmaktadır.
Bunların ötesinde Harappalılar, dikkate değer bir ölçü ve tartı sistemine sahiptiler. Harappa’da, Mohenjo-daro’da ve diğer bölgelerde çok sayıda ağırlık bulunmuştur. Titizlikle taşlardan yapılmış olan bu tartı ağırlıkları, halat veya metal bir zincir yardımı ile kaldırılabilecek kadar büyüklerinden, ancak kuyumcuların kullanabileceği kadar küçüklerine kadar değişmektedir. Bunların biçimleri genellikle küptür, ancak yassılaştırılmış kürelere, silindirlere, konilere veya fıçı biçimlerine de rastlanmaktadır.
Bu ağırlıkların kullanılmakta olduğu teraziler ise nadirdir, zira onlar ağaçtan yapılmışlardır ve dolayısıyla yüzyıllar boyunca dayanamamışlardır. Metal veya pişirilmiş kilden yapılmış terazi kefelerine ise daha sıkça, rastlanmaktadır.
Geleceğin arkeologlarının becerilerine ve iyi şanslarına bırakılması zorunlu olan sorular arasında ise Mohenjo-daro’da bulunan önemli bir heykel vardır. Bazılarına göre, bu heykel bir rahip-kralı temsil etmektedir. Eğer bu doğru ise, acaba o tüccarlardan oluşan bir aristokrasiden mi gelmektedir? O bir imparatorluğun yöneticisi mi idi, yoksa İndus Vadisi Uygarlığı özerk kentlerinden oluşmuş olan bir federasyon şeklinde mi idi? Ve bu büyük kişi hangi dine hizmet etmekteydi?
Mühürlerde bu konuda ilginç bir ipucu var aslında. Bunların bazılarında, ayaklarını üstüste atmış, boynuzlu çok kollu Hindu tanrısı Shiva’nın ilk şekli olarak bilinen bir figür görülmektedir. Böylece, İndus Vadisi’nin insanlarının kendi yazılarını icat etmeleri gibi, tanrılarını da kendilerinin yaratmış olmaları mümkündür ve buna bir yere kadar mühürler tanıklık etmektedir.
İndus Uygarlığı’nın Sonu
İndus diye bir uygarlığın yaşandığına kuşku bulunmamakla birlikte, İndus, tıpkı kuruluşu gibi yok oluş koşulları bakımından da bir “bilinmezler uygarlığı” olma niteliğini sürdürüyor. Bu nedenle kuruluşu ve yapısı kadar, yıkılışı hakkında da farklı yorumlar varlıklarını yan yana sürdürebilmekte.
Yeni yorumlara göre, birbirinden 600 km kadar uzak iki kentin (Harappa’nın ve Mohenjo-daro’nun) yıkılışı, eski yorumlarda ileri sürüldüğü gibi barbar saldırılarının sonucu değildi. Yörede günümüzde de görülen yer sarsıntıları, taşkınlar, iklim değişiklikleri gibi etmenlerin üstüne binen toplumsal etmenlerdi. Uygar toplumun doğal etmenlerin etkilerini artıran ormansızlaştırma, aşırı otlatma, su kaynaklarından yanlış yararlanma gibi etkileri, İndus uygarlığının sonunu getirmişti. Örneğin, her yeri kaplayan pişmiş tuğlaların yapılması için ormanlar tuğla fırınlarına kurban edilmişti. Bu, erozyona ve büyük taşkınlara yol açmıştı. Aşırı sulama tuzlaşmaya, verim düşüşüne neden olmuştu. Barbar akınları, olsa olsa, uygar toplumun zayıflamasından yararlanarak başlatılıp son vuruşu yapmış olabilirdi.
Gene de barbarlar, içinde bin kadar yerleşme yerinin bulunduğu, Tunç Çağı Mezopotamya ve Mısır (uygar) kültürlerinin yayıldığı alanların toplamından geniş bir alana (1,3 milyon kilometrekareye) yayılmış bir uygarlığı bir anda ve toptan yıkmış olamazlardı. Kimi yeni yorumlara göre, uygarlık yörede, 1500 dolaylarından sonra, yok olması şöyle dursun, İndus Vadisi’nin uçlarına doğru yayılmasını sürdürmüştü. Buralarda binyıl kadar sürdükten sonra yavaş yavaş sönmüştü.
İndus uygarlığı hakkında doktora tezi bulunan Maisels, onun yıkılışına bir başka açıklama getirdi. Maisels’a göre, uygarlığın genişleyen sarmalını yaratan koşulların sürdürülemez oluşu, daralan bir ters sarmala yol açmış olabilirdi. İndus uygarlığının doğuşunu, bölgeler arası uzak ticaret ilişkilerinin standartlaştırdığı bir kültürün yaratılmasıyla açıklayan kuramın, kuşkusuz buna uygun bir “batış senaryosu” üretilecekti. Buna göre, MÖ 2. binyılın sonlarına doğru iç ve dış ticarette mal dağıtımı bozuldu. Bozulması, kentlerin gerilemesine (kentsizleşmeye) ve kentlerin nüfusunun dağılmasına varacak bir sarmalı başlattı. İndus uygarlığını zayıflattı. Aryan saldırısı, bunun üzerine bardağı taşıran son damlayı oluşturdu.
İndus uygarlığının yıkılışıyla ilgili başka bir yorum daha var. Bu yorumda da çevresel etmenler ile doğal etmenler harmanlanmaktadır. Buna göre MÖ 2. binyılın ilk çeyreği (MÖ 1775) dolaylarında, çevrede başlayan tektonik devinim, yer sarsıntılarına yol açmıştır. Yer sarsıntıları, ırmakların yataklarını değiştirmiştir. Taşkınlar, Mohenjo-daro gibi bazı yerleşimlerin sular ortasında bir ada gibi kalmalarına, Saravasti gibi bazı ırmaklarınsa hepten kurumasına neden olmuştur. Denizin çekilmesi ve kıyıların yükselmesi ile limanlar (Makran’da görüldüğü gibi) suya, dolayısıyla ırmak ve deniz ticareti yollarına uzak düşmüştür. Sonuç, kendini ticaretin gerilemesinde, çömleklerin kalitesinin düşmesinde, taş araçların ilkelleşmesinde göstermiştir. Gidiş böylece yerleşim yerlerinin küçülmesine, kentlerin (dolayısıyla uygarlığın) yok olmasına dek varmıştır. Bu durumda, kullanılma amaçları ortadan kalkan yazı da kullanılmaya kullanılmaya unutulmuştur.
İndus Vadisi Uygarlığı hakkında kısıtlı bilgi düzeyimizden dolayı, şu an daha kesin olan hiçbir şey söyleyemememiz, hayal kırıklığına uğratmamalı. Arkeoloji, böyle bilinmezler nedeniyle sürekli olarak canlı kalabilmiş yaşayan bir bilim olarak devam ediyor. O nedenle de, yalnızca kesin sonuçlara ulaşabilmek için, belli kuralları izlemekten çok, düş gücü, esin, tatmin olma ve şahsın her zaman etkin olarak rol oynadığı ve oynayacağı, meydan okuyucu bir bilim olarak sürüyor.