Türk ulusunun tarih içinde birkaç köklü kültür değişimi dönemi yaşadığını biliyoruz. Bunlardan bizi doğrudan doğruya ilgilendirenlerden biri Türklerin İslam dinine geçmeleri ve bu sırada Arap ve İran kültürlerinin derin etkisi altında kalmalarıdır. İkincisi bütünsel bir çağdaşlaşma devinimi niteliğindeki Cumhuriyet Devrimleri dönemidir. Osmanlı yönetiminin, Batı Avrupa’nın üstünlüğü karşısında tutunabilmek için belli alanlarda ona benzemek üzere giriştiği tutarsız ve çelişkili Tanzimat ve Meşrutiyet arayışları, yeniden yapılanma değil, sömürgeciliğin her yerde yol açtığı gibi toplumsal çözülme ve dağılma getirmiştir.
Her iki kültürel değişim döneminde de Türk halkı, dil ve yazı alanında temelli değişimler yaşamıştır. Latin alfabesinden önce kullanılan Arap alfabesi döneminde dilini neredeyse yitirecek ölçüde Arap ve İran kültürünün boyunduruğuna girmiş, Uygur abecesi olan yazısını da bırakarak Arap yazısını almışken, Cumhuriyet devrimleri döneminde hem Arap-İran, hem de Avrupa boyunduruğuna başkaldırıp kendi diline en uygun yazıyı özgürce arayıp bulmuş ve dilini yabancı diller boyunduruğundan kurtarmıştır. Böylece Türkçenin bir bilim, sanat ve uygulayım (teknik) dili olma gücü değerlendirilerek Türk ulusunun bağımsız varlığı güvenceye alınmıştır. Gerçekten de yazı ve dil devrimleri, Türk ulusal bilincinin kaynaklarını tam gelişme olanaklarına kavuşturma hareketlerinin başlıcalarındandır.
Türklerin kitleler halinde İslamiyet’e geçtikleri dönemi kapsayan Selçuklu İmparatorluğu’nda, Uygur yazısı bırakılıp, Fars dilindekine benzer kimi eklemelerle de olsa Arap yazısı benimsenmiş, böylece merkezi yönetim görevlileri, medreseliler, bilim adamları ve genellikle aydın sayılan kesim arasında Arapça ve Farsça konuşulup yazılmıştır. Sonuç olarak da toplumda yönetim, hukuk, bilim, sanat ve din dili ile geniş yığınların konuştuğu dil arasında giderek aşılması olanaksız bir uçurum açılmıştır. O dönemden başlayarak Cumhuriyet’e gelinceye değin bu uçurum süregitmiştir.
Gerçi bu durumun sakıncaları görülüp giderilmesi yolunda kimi adımlar da atılmıştır. Örneğin 1277 yılında Konya’yı ele geçiren Karamanoğlu Mehmet Bey’in “Bugünden sonra divanda, dergâhta, bargâhta, mecliste ve meydanda Türkçeden başka dil kullanılmaya!” buyruğunu vermesi bunların başlıcasıdır. Ayrıca XIV. ve XV. yüzyıllarda Kur’an’ın da bir kaç kez Türkçeye çevrilmiş olduğunu görüyoruz. Ne var ki “devlet ve toplum yaşamında artık Türkçe konuşulacak” diyen buyruğun uygulaması Karamanoğlu Mehmet Bey’in beylik süresiyle sınırlı kalmış, öldürülmesinden sonra Arapça, Farsça yazmak geleneği süregitmiştir. Öyle ki XIV. yüzyılda Aşık Paşa bu konuda acı yakınmalarını şöyle dile getirmişti:
“Türk diline kimseler bakmaz idi,
Türklere hergiz gönül akmaz idi!”
Mesihi takma adıyla yazan bir başka ozan da:
“Mesihi, gökten insen sana yer yok,
Yürü var gel Araptan ya Acemden!”
diyerek Türk’ün ve Türklüğün savsaklanmasından acı acı yakınmıştı. Kendisi Türk kökenli olan ünlü düşünür-ozan Mevlana’nın bile tek satır Türkçe yazmamış olması dikkate değer bir örnektir.
Osmanlı Devleti sarayda, divanda, yani hükümet işlerinin yürütüldüğü padişah divanında ve şer’i mahkemelerde Türkçeyi geçerli dil olarak kullanmış ise de, buradaki dilin yoğun biçimde Arapça ve Farsça etkisinde bulunduğu kuşkusuzdur. Örneğin, Prof. Dr. Şerafettin Turan’ın Türk Kültür Tarihi’nde belirttiği gibi, II. Bayezid, Kemal Paşazade Ahmet’ten istediği Osmanlı tarihini, “seçkinlere de, halka da tam anlamıyla yararlı olabilmesi için Türkçe söyleyişe uygun olarak açık seçik biçimde anlatılmalı” derken bile kendisi şu dili kullanıyordu:
“Havass ü avama nâfi-i âm olmağçün Türki mekalin minvali üzre rûşen ta’bir ve tahbir oluna!”
Bu örnek, daha XV. yüzyılda Osmanlı yönetim, bilim ve düşün dilinin, Türk halkının anlama olanağının ne denli dışında bulunduğunu göstermeye yeter.
Türkçe Neden Arapça ve Farsçanın Saldırısına Uğradı?
Bu durumun temel nedenlerinden biri, kuşkusuz Arapçanın Kur’an dili olması, dinin o dönem insanlığının hem bilimi, hem felsefesi, hem hukuku durumunda bulunması, devletin de din devleti olmasıydı. Ancak Türklerin kitleler halinde İslamiyet’e geçmeye başladığı dönemde İslam dünyasının özgür düşünce ve özgür yorumlama anlayışından uzaklaşmış olmasının ve İslam öncesi gelenek ve âdetlerle daha başka türlü yozlukların İslam dünyasında yaygınlaşmasının da büyük payı olduğu unutulmamalıdır. Bu yüzdendir ki, Kur’an’ın dili Arapçadır diye sanki Arap dilinin kendisi kutsalmış ya da onda büyülü bir güç varmış, anlamadan da Kur’an’ı ya da hadisi Arapça olarak söylemek din sahibi olmaya yetermiş gibi dine de, akla da aykırı bir tutum yüzyıllarca sürdürülmüştür. Böylece Türk halkının inancını bilerek oluşturup kendi dilinde tapınması, bilim ve felsefe üretmesi, dolayısıyla Türkçenin gelişmesi de önlenmiştir. Ayrıca baskıcı yönetimler altında edebiyatın sultanlara, vezirlere abartılı övgülere dönüşmesi, bunun için de bol bol Arapça, Farsça sözcükler ve deyimler kullanmanın zorunlu sayılması, yazı dilinin Türkçe sayılmayacak bir nitelik almasına yol açmıştır.
Ancak Türkçenin yoğun biçimde Arapça ve Farsçanın salgınına uğramasına yol açan bir üçüncü temel neden de Arap yazısının Türk diline hiç uygun düşmemesiydi. Bu yüzden de birçok sözcüğün Arapçası yeğlenmiş, Türkçeleri ise yazı dilinde kullanılmaz olmuştur.
Osmanlı Devleti yıkıldığında Türk halkının yalnızca % 9 kadarının, kadın nüfusun ise, binde dördünün okuma-yazmayı bilmesi, Arap yazısının Türkçeye uygun bir yazı olmamasının, yazı dilinin de yoğun biçimde Arapça ve Farsçanın baskısı altına girmiş olmasının da sonucudur.
Arapça ve Farsça Sözcüklere İlk Tepki: Divan-ı Lügat-i Türk
Ama Türk dili, bütün bu baltalanmalara karşın yaşama ve gelişme gücünü, diriliğini kanıtlayabilmiştir. Her şeyden önce Arapça ve Farsçanın bu salgınına karşı tepki gösteren Kâşgarlı Mahmut’un yazdığı Divan-ı Lügat-i Türk Türkçenin bu gücünü ortaya koymuştur. Türk halkı da, içinden çıkardığı ozan-filozof karışımı birçok düşünürleri aracılığıyla pek çok konudaki kültür birikimini yazıla olmasa da, ölçülü, uyaklı ve müzikli olduğu için kolayca ezberlenen ve babadan çocuğa kuşaklar boyu aktarılan şiirlere dökerek dilini bu ozanlar aracılığıyla yaşatmayı başarmıştır. Bu filozof halk ozanları içinde Hacı Bektaş-ı Veli, Yunus Emre, Karacaoğlan, Pir Sultan Abdal, Kaygusuz Abdal, Emrah özellikle anılmaya değer adlardır ve bu ozan geleneği Aşık Veysel ve Ali İzzet gibi adlarla günümüze değin süregelmiştir. Osmanlı döneminde hep küçük görülen ve değeri bilinmeyen bu halk ozanlarının yapıtları, Türkçeyi yabancı diller boyunduruğundan kurtaran ulusal egemenliğe dayalı Cumhuriyet döneminde özellikle tanıtılmış ve yayılmıştır.
Gerçi 19. yüzyıl ikinci yarısında yeni basılmaya başlayan gazete ve kitapların çok sayıda insanlara ulaşmasını önleyen engellerin başında yazı ile Osmanlıca denilen Arapça-Farsça boyunduruğundaki dil olduğu görülmeye başlamıştı. Bir yandan Arap harflerini daha kolay okunur kılma arayışları, bir yandan da yazılarda Türkçe sözcüklere biraz daha geniş yer verme eğilimleri belirdi. Giderek Genç Kalemler ve Türkçülük akımlarında olduğu gibi Türkçecilik diyebileceğimiz bir tutum oluşmaya başladı.
Ancak bütün bu çabalarda bulunanlar, asıl olarak Türk dilinin bir bilim, sanat ve uygulayım (teknoloji) dili durumuna gelmesini sağlayacak ve Türk çocuklarını okullarda hem Arapça, hem de Farsça öğrenmek gibi bir sakat zorunluluktan kurtaracak nitelikte ve çapta girişimler değildi.
Ancak Cumhuriyet öncesinde, Osmanlı’yı yıkılıştan kurtarmak amacıyla girişilen çabalar asıl olarak ulusal egemenlik ilkesine yönelik olmadığından, laik nitelikte de değildi, bilimsel düşünüş biçimini de temel almıyordu. Bu yüzden yazı ve dil konusundaki girişimler de sorunun özünü çözecek nitelikte değildi. Gerçekten ulusal egemenlik ilkesinden ve laik düşünce biçiminden yoksun oldukları için, Türkçeyi savunanların yazılarını bile anlayabilmek için, yine Arapça ve Farsça öğrenmek zorunlu oluyordu. Bunlar, özellikle yeni öğrenilen müspet bilimlerin terimlerini oluştururlarken hep Arapça ve Farsça köklerden yararlanıyor ve bu dillerin dilbilgisi kurallarına göre terim türetiyorlardı. “Ulum-u içtimaiye” (toplumsal bilimler), “vetire-i ta’mim” (genelleme süreci), “mâba’d-üt-tabiiye” (doğaötesi), “ma’lumat-ı kafeliyye” (öncül bilgiler), “hars”; (kültür), “mefkûre” (ülkü), “ervâhiyye” (canlıcılık) “tedribî” (görgül), “lâ-edriyye” (bilinmezcilik), “enfüsi” (öznel), âfâkî (nesnel), “müte’al” (aşkın), “nesc-i adali” (kas dokusu), “nesc-i asabi” (sinir dokusu), “vuku’at” (olaylar), “mü’minin” (inananlar), “ağyar” (yabancılar), “tevarih” (tarihler), “dâr-ül fünun” (bilimler yuvası), “dâr-ül aceze” (düşkünler yuvası), “hab-ı gaflet” (aymazlık uykusu), vb.
Osmanlı yazarlarının çoğu, bu devletin yıkılışı yıllarına değin su yerine “âb” ya da “mâ”, ekmek yerine “nan”, et yerine “lahm”, koyun yerine “ganem”, buğday yerine “hınta”, hepsi yerine “kâffesi”, görme yerine “rü’yet etme”, uğurlama yerine “teşyi etme”, yeryüzü yerine “ru-yi zemin” diyor, bu Arapça, Farsça sözcüklerin çoğullarını ya da karşılaştırmalı biçimlerini da Arapça kurallara göre yapıyorlardı: Noktalar için “nıkat”, nazarlar için “enzar”, en layık için “elyak”, vb.
Kısacası Arap alfabesi yüzünden Anadolu insanının konuştuğu saf Türkçe de üvey evlat muamelesi görmüş, Arap alfabesinin doğurduğu güçlükler yüzünden Osmanlı ve Selçuklu aydınları arasında Türkçe sözcükler az kullanılır olmuştur. Burada altı çizilmesi gereken bir nokta ise, halkın içinden gelen Yunus Emre, Karacaoğlan, Köroğlu, Pir Sultan Abdal gibi halk ozanlarının duru bir Türkçe ile eserler verdikleridir. Bu durum ise bize halkın konuştuğu ve kullandığı dil ile saray aydınlarının kullandığı dilin birbirinden farklı olduğunu göstermektedir. Osmanlı aydınlarının Türk kültürünün özgürce oluşup gelişmesi yolundaki bu engelleri kaldırmak işine önce yazıyla başlandı.
Arap Alfabesi ve Türkçe
Latin alfabesine geçişin nedeni, Arap alfabesinin yapısı ile ilgilidir. Arap alfabesi, ünlüsü olmayan bir harfler dizgesi gibidir. Bu yüzden Türkler için okunması güç bir yazıdır. Arap alfabesiyle yazılmış harekesiz Türkçe sözcüklerin okunmasındaki güçlükleri azaltmak için elif, vay ve harfleri bu yüzden bir yandan ündeş olarak kullanılırken, öbür yandan da ünlü görevlerinde kullanılmaya başlandı. Gerçekten de Türkçe ünlü harflere dayalı olup sekiz ayrı ünlü harfi bulunmasına karşın, Arap dili ünsüz harflerden kuruludur ve yerine göre “a, e, i” seslerini vermek üzere kullanılan bir tek ünlü harfi vardır: Elif!
Bu nedenle örneğin “gel, gül, kel ve kil” sözcükleri Arap harflerinde hep aynı biçimde yazılır. Okuyucu bunlardan hangisinin kastedildiğini kendisi çıkarmak zorundadır. Bir sözcüğün yanlışlığa sapmadan nasıl okunacağını tümcenin anlam gelişi belirler. Tümceyi bütünüyle kavrayamayanların, söz dizimi bakımından sözcüğün tümcedeki görevini iyice kestiremeyenlerin yanlış okuyacakları kuşkusuzdur. Yapıları, çekimleri, tümcedeki görevleri bakımından her sözcüğü değişik biçimlerde okunabilecek bir yazı!
Arapça sözlüklerde madde başı olan her sözcüğün nasıl okunacağını belirtmek zorunludur. Gelenek de şudur:
- Ya dilde iyiden iyiye belli olan bir örnek sözcüğün ölçüsünde okunacağı yazılır,
- Ya da harflerden bir-ikisinin harekesi belirtilir. Arapça sözlük yazarları bu duruma şimdiye kadar bir çözüm bulamamışlardır. Bu yazı kaldıkça bulamayacakları da açıktır…
Sonu “i, ı, u ya da ü” ile biten sözcükler “y” harfi ile bitirilir, örneğin “sütlü” sözcüğü “sütli”, “okullu” sözcüğü “okulli” diye yazılırdı. Ayrıca Arap dilinde iki ayrı “t”, üç ayrı “s”, üç değişik “h”, iki ayrı “n”, dört ayrı “z” harfi vardır.
Oysa Türkçede bu harflerin her biri için tek bir ses bulunduğundan, örneğin “saat”, “sel”, “siz” ve “su” yazarken ayrı ayrı “s” harfleri kullanmaya gerek yoktur. Nitekim Arap harfleriyle yazıldığında birinin “sat”, birinin “sin” ve birinin de “se” ile yazılması gerekirken, bugünkü Türk yazısında bir tek “s” ile yazabiliyoruz. Arap yazısında “g” sesi olmadığı için “kef harfi hem “ke”, hem de “g” yerine kullanılıyordu.
Türkler İslamiyet’e girişle birlikte Arap alfabesini benimseyince bu zorlukların hepsini yaşadılar. Az önce verdiğimiz “gel, gül, kel ve kil” örneği gibi, k/z birleşimi bir sözcük, içinde bulunduğu tümcenin vereceği olanakla kez, köz, göz, güz, giz biçimlerinde okunabilirdi. Bu güçlüğü azaltmak için önceleri Türkçe sözcükler harekelenirdi. Fakat bu yöntem el oyalayan, yazı yazmak için Latin alfabesine kıyaslarsak fazladan vakit harcamayı gerektiren bir yöntemdi. Bu yüzden harekeden yavaş yavaş vazgeçildi ama okunmasında duraksanan sözcükler için yakın çağlara dek süregeldi.
Osmanlı yazısında, hele Arapçadan alınmış ve klişe olarak gözle tanınmış, bellenmiş kimi sözcüklerin nasıl okunacağını kestirmek kimileri için hiç kolay değildi. Bir yabancı sözcüğü düzgün okuyabilmek için kökenini, nasıl türediğini, türeyişin kattığı anlamı iyice bilmek gerekirdi. Yanlış okumalar gibi, çarpık anlamalar da bu yüzden çok sık rastlanan durumlardandı. Osmanlı aydınının bile hata yapabildiği böyle durumlarda, okuma-yazma öğrenmeye çalışan halktan birinin nasıl zorlanabileceği gayet açıktır.
Arap alfabesinin yalnızca okuma ya da yazılması değil, dizilmesi de başka bir sorundu. Kitap basılmasını ve dolayısıyla bilginin daha kolay ulaşılabilir olmasını zorlaştırıyordu. Sorun, matbaayı bulmalarına karşın alfabelerinde harfler nedeniyle Çinlilerin üstünlüğü Avrupa ülkelerine kaptırmalarındaki nedenle tamamen aynıydı. Dönemim matbaacılardan İhsan Sungu durumu şöyle anlatıyordu:
Türk matbaalarında eski harflere teknik yönünden verilecek çeşitlilik yerine sözcüklerin başında, ortasında ya da sonunda gelen mimlerin, lamların keflerin aldığı çeşitli ve sayısız şekillere yer vermeye mecburiyet görülüyor, bu da harf kasalarının hacmini gereğinden fazla genişletiyor, masraf artıyor, tertip işini son derece güçleştiriyordu.
Kısacası Arap harfleriyle kitap basmak hem daha fazla insan emeği hem de daha fazla sermaye gerektiğinden Latin harfleriyle basmaktan çok daha pahalıya mal oluyor, Türk insanı bilgiye Avrupa ülkelerine kıyasla daha zor erişebiliyordu.
Harf devrimi neden yapıldı sorusunun yanıtını bugün rahatlıkla verebiliyor, faydalarını görebiliyoruz. Latin alfabesine geçiş, Türk insanını yanlış okumalardan, anlamalardan kurtarmış, ulusu öğrenme kolaylığına kavuşturmuştur. Bugün ilköğretime başlayan bir çocuk yalnızca iki-üç içinde gazetede yazılanları okuyabiliyor, söylenenleri yazabiliyor. Oysa Latin alfabesine geçmeden önce, yani harf devriminden önce, bazen yılları bulan alın teri dökmeleriyle bu başarıya ancak erişilebiliyordu. Bu yüzden 1927 yılında yapılan ilk nüfus sayımında Türkiye’deki yetişkin nüfusun, yani 7 yaş ve üzerinin ancak % 10.5’i okuryazardı: Erkeklerin % 17,4’ü kadınların ise ancak % 4,6’sı… Oysa Latin alfabesine geçişten yalnızca 20 yıl sonra, 1950’de, okuryazar oranı %33.6’ya yükseldi.