Babil kenti, Mezopotamya’nın can damarı olan Dicle ile Fırat nehirlerinin birbirlerine en yakın oldukları yerde, bugünkü Bağdat’ın 90 km kadar güneyinde kurulmuştu. Kent zaman içinde öylesine büyümüştü ki, söylencelere göre merkezde oturanlar, sınır mahallelerinin düşman saldırısına uğradığını ancak çok uzun zaman sonra öğrenebiliyordu. Kısacası Babil ilkçağın en büyük metropollerinden biriydi.
Politik ve kültürel merkez olmasının yanında çok önemli bir dinsel merkez de olan Babil’de çok sayıda ziggurat da bulunmaktaydı. Akatçada “yükselmiş yere kurmak” anlamına gelen zigguratlar eski Mezopotamya’da Sümerlerde, Babillerde ve Asurlarda bir çeşit tapınaktır. Zigguratlar içinde en büyüğü olan Babil Kulesi ise Dünyanın 7 Harikası’ndan biri olarak kabul edilen Babil’in Asma Bahçeleri içinde Babil kentinin baş tanrısı Marduk adına inşa edilmişti.
Günümüzden binlerce yıl önce Sümerliler tarafından inşa edilen bu kule “Tanrıdağı” olarak da anılırdı. Çünkü dağlık bölgelerden gelerek etrafı surlarla çevrili şehirler inşa eden Sümerler yükseklere taparlardı. Bu yüzden tapınaklarını da oluşturdukları yapay tepelerin üzerine inşa etmişlerdi.
Tanrı Marduk adına yapılan Babil Kulesi, aynı zamanda yeri göğe bağlayan kutsal ağacı da temsil ediyordu. Babil’in Sümer dilindeki sözcük anlamı “Tanrının Kapısı” demektir. İnanışa göre Babil Kulesi, Sümerli kavimlerin bir araya gelerek inşa ettikleri ve insanoğlunun tanrılara ulaşabilmek için gökyüzüne kadar yükselecek bir merdiven, bir kapı yapmak amacıyla inşa edilmişti.
Tarihin babası Heredot kulenin sekiz katlı olduğunu söyler. Fakat diğer tüm kaynaklarda Babil Kulesi’nin yedi katlı olduğu belirtilir. Sümer inanışında evren düşüncesinin temelinde “7” sayısının olduğu düşünülecek olursa Kule’nin 7 katlı olması çok daha gerçekçi görünmektedir. Sümerlerin yaptığı tüm ziggguratlar içinde en ünlüsü olan Babil Kulesi gökyüzünün ve yeryüzünün yedi yol göstericisinin evi olarak adını duyurmuştu. Bu yedi yol gösterici: Satürn, Jüpiter, Mars, Venüs, Merkür, Güneş ve Ay’dı. Böylece bu tapınak yedi gezegene, yedi büyük tanrıya, yeraltının yedi kapısına, yedi rüzgara ve haftanın yedi gününe karşılık oluyordu.
Babil’i işgal eden Sargon, Sanherip ve Asurbanipal gibi krallar kuleyi yıkmışlar, Babil Kralı Nabukadnezar tarafından kule bir kez daha inşa edilmişti. Fakat M.Ö. 479 yılında Babil’i ele geçiren Pers Kralı Kserkes zamanında büyük hasar gören kuleyi bir daha onaran hiç olmadı. Yalnızca Büyük İskender Babil’e geldiğinde harap kuleyi görünce ihtişamı karşısında büyülendi, eski görkemine kavuşturulması için emir verdi. İki ay boyunca durmaksızın çalışan 10.000 kişi ancak molozları temizleyebildi. Büyük İskender’in ölümünün ardından kulenin onarımı durduruldu ve o tarihten sonra ilgilenen olmadı. Mezopotamya’da evler ve tapınaklar taş az olduğundan kerpiç ve tuğladan yapıldığından ve savaşlar nedeniyle Babil Kulesi günümüze ulaşmayı başaramadı.
Babil Kulesi’nin En Üst Katı Tanrı Marduk’a Adanmıştı
Rönesans döneminde Babil Kulesi birçok Avrupalı ressama esin kaynağı olmuş, onu tarihi belgelerde betimlendiği biçimde tuvale yansıtmaya çalışmıştır.
1875’de Alman arkeologlar tarafından bulunan bir çivi yazısı tableti sayesinde Babil Kulesi’nin ölçülerini artık biliyoruz. Temeli 90 metre genişlikte olan kulenin yüksekliği de yine 90 metreydi. Yedi katlı olan kule yükseldikçe katlar da daralıyordu. En üst kat, baş tanrı Marduk için düzenlenen bir tapınaktı. Sümer inanışına göre Tanrı Marduk gökyüzünde olduğuna göre onlara da ancak en tepede görünebilirdi. Fakat sıradan ölümlüler Tanrı Marduk’u görmeye dayanamayacağı için ona tapmaya gelen halk birinci kata çıkar, daha üst katlara ise yalnızca rahipler çıkabilirdi.
Kulenin yedinci katında bir de önünde altın kaplı bir masa olan “Yemek Yatağı” bulunurdu. Çünkü Tanrılar ve soylular yemeklerini masaya oturarak değil, yatarak yerlerdi. Romalı ve Eski Yunanlı soylular da yemeği yatakta yeme geleneğini Babillilerden almışlardı. Marduk gelince ona hizmet etmesi için kentin en güzel kızı da her gece orada hazır beklerdi.
Heredot Babil Kulesi’ni şöyle anlatır:
Bu kutsal yerin ortasında, bir stad genişliğinde ve bir stad uzunluğunda, sağlam görünen bir kule yapılmıştır. Bundan daha yukarıda bir tane daha vardır; bu ikinciden sonra, aynı biçimde bir üçüncü ve böyle böyle, sekizinciye kadar, hepsi üst üste kurulmuş sekiz kuledir. Üzerine, dıştan sarmalı olarak, bütün kuleleri dolanan bir merdivenle çıkılır. Çıkışta, aşağı yukarı yarı yolda bir sahanlık ve oturup dinlenmek için yerler vardır; ziyaretçiler burada oturup mola verirler. Sonuncu kulenin tepesinde büyük bir tapınak yükselir; tapınağın içinde, üzerine zengin örtüler örtülmüş bir büyük yatak ve onun yanında da altın bir masa bulunur […] Hiçbir ölümlü için gece içeride kalmaya izin yoktur; bu hak, bu tanrının rahipleri olan Khaldealılar’a bakılırsa, yalnız tanrının bütün kadınlar arasından seçmiş olduğu yerli kadınlara verilmiştir. Yine bu rahiplere inanmak gerekirse, tanrı kendisi gelir, yatağa yatar dinlenirmiş.
Kule’nin inşasında yaklaşık 85 milyon tuğla kullanılmıştı. Etrafında rahiplerin sarayları, misafir odaları ve yine tanrı Marduk adına inşa edilen bir başka tapınak Esagila’ya giden, aslan heykelleriyle süslenmiş bir geçit ve dini tören yolu bulunuyordu. 20 metre yükseklikteki bu tapınak, eni 450, genişliği ise 550 metre olan bir alanı kaplıyordu.
Tevrat’a göre Babil Kulesini Hz. Nuh’un torunları gökyüzüne ulaşmak için yapmışlardır. Bu kule ile göğe yükselmek, tanrının oturduğu yere varmak istemişlerdir. Bu bakımdan kule, Tevrat’ta “insan gururunun utanç damgası” olarak gösterilir.
Nabukadnezar ve Yahudilerin Büyük Sürgün Dönemi
Amacı Kudüs’ü ele geçirmek olan ve Tevrat’ta Tanrı’nın kırbacı olarak geçen Babil’in güçlü hükümdarı Nabukadnezar bunun için önce Kudüs’te bir ayaklanma çıkarttı. Kudüs kralı bunun üzerine Babil’e ödemekte olduğu yıllık yergiyi kesti. Buna kızan Babil kralı M.Ö. 593’te, bir ordu ile Kudüs’e yürüdü. Kudüs kralını ve birçok Yahudiyi esir alarak Babil’e götürdü. Fakat Kudüs’ün bağımsızlığına dokunmadı, başka bir kralı Kudüs tahtına oturttu.
Kudüs’ün yeni kralı Babil’e karşı Mısır’la anlaşınca, Nabukadnezar M.Ö. 586’da bir kez daha Kudüs’e yürüdü ve bu sefer Kudüs’ü yıktırdığı gibi yeni kralın gözlerini oydurarak onu da Babil’e götürdü, oğullarını öldürdü. Kudüs halkını da yanında götürerek Yahudilerin ünlü sürgün dönemini başlattı.
Yahudilerin Babil sürgünündeki esaretleri Eski Ahit’in Yeremya bölümüne göre yaklaşık 70 yıl sürdü. Yahudiler, “Büyük Fahişe” adını verdikleri Babil kentinde sıkıntılı bir yaşam sürüyorlardı. Yahudi esirler bir gün kaldıkları zindanın kalın duvarlarında, ateşten harflerle yazılıp yazılıp kaybolan sözcükler gördüler. Peygamber Danyal bu kelimeleri gözleri kamaşarak okudu. Sonra, elini bir ışık gibi alnından geçirerek muştuladı: “Gökler haber veriyor ki Persler gelecek, Babil’i yıkacak ve bizi kurtaracaklar…”
Gerçekten o sırada Keyhüsrev’in komutasındaki Pers ordusu, Anadolu’daki Lidya Krallığı’nı yıktıktan sonra Babil’e yönelmişti. M.Ö. 539’da Babil’i ele geçirdi ve Yahudilerin yeniden Kudüs’e gitmelerine izin verdi.
Yahudilerin bir kısmı döndü ama önemli bir kısmı Babil’de yaşamaya devam ettiler ve daha sonra burasını Yahudiliğin kültür merkezlerinden biri haline getirdiler. Babil Talmudu da buraya yerleşen Yahudi cemaatler, özellikle Rav Aşi adında bir haham hazırlandı. Talmud, Hz. Musa’nın ortaya koyduğu yazılı yasa “Tora”yı, yine onun sözleriyle tamamlayan, yorumlayan ve uygulamaları açıklayan bir kitaptır. Yahudilerin medeni kanunu, tören kuralları ve efsanelerini kapsayan dini metinlerdir.
Babil Kulesi Efsanesi
Babil Kulesi efsanesine göre insanoğlu binlerce yıl önce tek bir dil konuşuyor, yeryüzünde yaşayan bütün insanlar birbirleriyle bu sayede rahatça iletişim kuruyordu. Ta ki insanlar Tanrı katına yükselmek ve Tanrı’nın gizlerine ulaşmak, onları öğrenmek için Babil Kulesi’ni inşa etmeye başlayana kadar. Bunu kendisine karşı bir saygısızlık, bir meydan okuma olarak gören Tanrı tek bir dil konuşan ve aralarında anlaşan bu saygısız kullarının dil birliğini bozmuş, kuleyi inşa eden her insana farklı bir dil vermiş, aralarına nifak ve bölücülüğü yerleştirmiş. İnsanlar birbirleriyle anlaşamadıkları için kulenin yapımı da durmuş ve dünya üzerinde çok sayıda ulus ve bu uluslara ait binlerce dil ortaya çıkmış. Bu yönüyle Babil Kulesi’nin efsanesi yeryüzündeki dillerin türeyişi hakkında bilinen ilk efsanedir.
Yahudilerin kutsal kitabı Tevrat’ın Yaratılış (Tekvin) bölümünde bu efsane benzer şekilde anlatılır:
Başlangıçta yeryüzündeki insanlar aynı dili konuşur, aynı sözleri kullanırlardı. Doğuya göçerlerken Şinar bölgesinde bir ova buldular ve oraya yerleştiler. Ve birbirlerine geliniz kerpiç keselim ve onları ateşte pişirelim, dediler. Ve kerpiç onlara taş yerine, yer katranı dahi kireç yerine geçti. Ve sonra, geliniz, bütün yeryüzüne dağılmamak için kendimize bir kent ile tepesi göğe kadar yükselen bir bina yapalım, nam kazanalım, dediler. Tanrı, insanların yaptığı kenti ve kuleyi görmek için aşağıya indi ve şöyle dedi: “Tek bir halk olup aynı dili konuşarak bunu yapmaya başladıklarına göre düşündüklerini gerçekleştirecek, hiçbir engel tanımayacaklar. Gelin, aşağı inip dillerini karıştıralım ki birbirlerini anlamasınlar.” Böylece Tanrı, onları yeryüzüne dağıtarak kentin yapımını durdurdu. Bu nedenle kente Babil adı verildi; çünkü Tanrı, bütün insanların dilini orada karıştırdı ve onları yeryüzünün dört köşesine dağıttı.
Eski dünyanın en görkemli yapılarından biri olan Babil Kulesi’nin ne amaçla yapıldığını, bu eski şehirde bulunan çivi yazılı metinler, tarihçiler ve Tevrat değişik şekilde anlatıyor ve yorumluyor. Gerçek olan şudur ki, böyle harika bir eserin yerinde artık yeller esiyor.