Kalkolitik devrin sonlarına doğru Mezopotamya’da çömlekçi çarkı, silindir mühür ve yüksek mabet gibi birtakım yeni kültür unsurlarıyla karşılaşılmaktadır ki, bunlar, M.Ö. 3500’lerde Mezopotamya’ya gelen Asya kökenli Sümerlere aittir. Sümerler, kendilerinden önce güneydeki bataklık bölgeye yerleşen kavimlerin medeniyetine, bazı yeni kültür unsurlarını da katarak, mevcut eski köy kültürünü bir “şehir kültürü”ne dönüştürmüşlerdir. Gerçekten onlar, bataklık arazinin içinde yerleşmeye elverişli adacıklara ayrı ayrı cemaatler halinde yerleşerek birçok şehir devleti kurmuşlardır. Eridu, Ur, Uruk, Lagaş, Umma, Şuruppak ve Kiş, bu şehir devletlerinin en önemlileri arasında sayılabilir. Bu sitelerin hemen hepsi kazılmış ve buralardan çıkarılan arkeolojik ve yazılı malzeme ile Sümer tarihi aydınlanmıştır.
Sümer şehir devletlerinde her şehrin ayrı bir tanrısı vardı. Sümerler, bu şehir tanrılarına tepeler üzerinde mabetler kuruyorlardı. Vatandaşlara ait özel evler bu mabedin etrafında kümeleniyor, sonra şehrin etrafına yine müşterek emekle bir sur inşa ediliyordu.
Sümerlerin inanışına göre, yeryüzündeki bütün yaratıklar ve varlıklar tanrının malı idi. Fakat tanrının olan bu toprakları verimli hale getirebilmek için bataklıkları kurutmak, suları kanallarda toplamak gerekiyordu. Bütün bu büyük ve zor işleri, ancak müşterek emekle başarabilirlerdi. Böylece bütün şehir halkı birlikte kanallar açıyorlar, toprağı birlikte ekiyorlar ve yine ürünleri birlikte topluyorlardı.
Görülüyor ki, Sümerlerin kurduğu bu küçük şehirler, bir çeşit ilkel sosyalizm ile idare ediliyorlardı. Fakat bu sosyalizm gücünü tanrıdan aldığı için, Mezopotamya’da Sümerlerle başlayan bu rejime “mabet sosyalizmi” ya da “teokratik sosyalizm” denilmektedir.
Bu sistem gereğince her vatandaş, topraktan elde ettiği ürünleri veya yetiştirdiği hayvanları, avladığı avları ve hayvanlardan elde ettiği süt ve süt ürünlerini mabede teslim etmek zorunda idi. Mabette görevli bulunan rahip memurlar, toplanan bu ürünleri, her ailenin ihtiyacı oranında paylaştırıyorlardı. İhtiyaç fazlası ürünlerle de, taş, kereste ve maden gibi memlekette mevcut olmayan maddeler, dış ülkelerden satın alınıyordu.
Sümerler, bu ilkel sosyalizmin doğal bir neticesi olarak, çok geçmeden M.Ö. 3200’lerde yazıyı da keşfetmeye muvaffak olmuşlardı. Zira rahipler, her vatandaşın mabede getirdiği malı unutmamak veya teslimatı vesikalandırmak için, kil tabletlerin üzerine ancak kendilerinin anlayabileceği şekilde her şahıs için belli bir işaret, onun karşısına da getirdiği malın resmini yapmağa başladılar. Fakat bu sistemin birtakım karışıklıklara yol açtığı görülmüş olmalı ki, bunu önlemek için çareler düşündüler ve işaretlerle resimleri belirli bir sistem halinde, şifre gibi kullanmaya başladılar.
Bu hususta ilk adım, her işarete bir sada değeri vermekle atıldı. Böylece her işaret bir hece olarak kabul edildi. Fakat bu defa da, telaffuzu aynı anlamı farklı olan (örneğin Türkçedeki “yaz” emri ile mevsim anlamına gelen “yaz” gibi) kelimelerde yine karışıklık oluyordu. Bunu önlemek için sisteme “determinatif” usulü ilave edildi. Bu yönteme göre, bir ismin kadın ismi mi, erkek ismi mi yoksa tanrı ismi mi olduğu, ismin önündeki determinatiflerden anlaşılıyordu.
İşte böylece yaş kil üzerine üçgen uçlu bir kamışla, sonraları madeni bir uçla yazıldığı ve işaretler de çivilere benzediği için, modern araştırıcılar tarafından “çivi yazısı” olarak isimlendirilen yazı sistemi, yukarıda da belirttiğimiz gibi, M.Ö. 4. binyılın sonlarında (M.Ö. 3200’ler) keşfedilmiş oluyordu. Bu yazının dili Sümerce olduğu için, çivi yazısının, Sümerler tarafından keşfedildiği anlaşıldı.
Sümerler tarafından keşfedilen ve tarihi devirlerin başlamasını mümkün kılan çivi yazısı, doğuda İran’dan batıda Anadolu ve Akdeniz’e kadar yayılmış ve M.Ö. 1. yüzyıla kadar uzanan yaklaşık üçbin yıllık zaman dilimi içerisinde çeşitli kavimler tarafından kullanılmıştır.
Sümerlerin Kökeni Hakkındaki Görüşler
M.Ö. 3500’lerde Güney Mezopotamya’ya gelerek buradaki köy kültürünü şehir kültürüne dönüştüren Sümerlerin Orta Asya kökenli olduklarına artık şüphe kalmamıştır. Filolojik açıdan da Türkçe ile akraba bir dil konuşan Sümerler, yerleştikleri yeni vatanlarında (Mezopotamya), belki de coğrafi faktörlerin zorlaması neticesinde, yukarıda da belirttiğimiz gibi, emekte ve nimette müştereklik esasına dayanan yeni bir rejim meydana getirmişlerdi. “Mabet Sosyalizmi” ya da “Teokratik Sosyalizm” adı verilen bu rejimin uygulanmasının kaçınılmaz bir sonucu olarak da yazıyı keşfetmişlerdi.
Eğer Sümerlerin Türklüğü kabul edilirse, ki biz bu kanaatteyiz, o zaman, dünya medeniyet tarihinde son derece önemli bir yer işgal eden ve tarihi devirlerin başlamasını sağlayan yazıyı icadetme şerefi Türklere ait olacaktır. İşte bu yüzdendir ki, Avrupalı otoritelerin büyük bir çoğunluğu, bu şerefi Türklere lâyık görmedikleri için, Sümerleri Hint-Avrupa kökenli kavimlerden biri olarak göstermeye çalışmaktadırlar. Halbuki mevcut bulgular, gerek filolojik, gerek antropolojik ve gerekse teolojik açıdan Sümerlerin Orta Asyalı Türklerden olduğuna şüphe bırakmamaktadır.
Gerçekten, Sümerlerden kalan yazılı tabletler üzerinde yapılan filolojik tetkikler, bu kavmin dilinin, Türkçe gibi Ural-Altay dil grubuna mensup olduğunu ortaya koymuştur. Ayrıca, iskelet bakiyeleri ve araştırmalar, Sümerlerin yuvarlak kafalı (brekisefal) bir kavim olduğunu meydana çıkarmıştır ki, o dönemden kalan arkeolojik eserler üzerindeki tasvirlerde de bunu görmek mümkündür.
Bundan başka Sümerler, Anu, Enlil ve Ea isimli tanrılara tapıyorlardı. Bunlardan gökyüzünü temsil eden Anu’ya daha büyük saygıları vardı ki, Türkler de İslamiyet öncesinde Gök Tanrı’ya taparlardı. Bütün bunların yanında, Sümerlerin düz bir arazi yapısına sahip olan Mezopotamya’da yığma toprak tepeler oluşturarak, mabetlerini bu tepeler üzerine inşa etmeleri ve sıcak bir iklimde yaşamalarına rağmen, bir alışkanlığın devamı olarak koyun yününden yapılmış elbiseler giymeleri, onların, iklimi sert ve yüksek bir memleketten gelmiş olduklarına işaret eder ki, bu memleket de, hiç şüphesiz Orta Asya’dır.
Sümerler, M.Ö. 3500-2500 yılları arasına rastlayan dönemde Mezopotamya’da gerçekten büyük bir medeniyet meydana getirmişlerdir. Fakat ne gariptir ki, coğrafi şartlar uygun olmasına rağmen, büyük bir imparatorluk kuramamışlar, tam tersine, şehir devletleri halinde yaşamayı tercih etmişlerdir. Merkezî bir devlet kuramamalarının nedeni ise aralarındaki hâkimiyet mücadelesi olsa gerektir.