Ultimate magazine theme for WordPress.

Türk Tarihinin Genel Değerlendirmesi

0 318

Çin kaynaklarına göre Türklerin tarih sahnesine ilk çıkışları Asya’da Köğmen Dağları’nda idi. Modern tarihçilerin araştırmaları da bu efsaneyi doğrulamaktadır. Nitekim en eski kalıntılara Köğmen dağlarında rastlanmıştır. Köğmen dağlarının kuzey eteklerinde Türkçe adı Kem olan Yenisey ırmağındaki Tagar Adası’nda kalıntıları ilk defa bulunan ve M.Ö. VII. yüzyılda başlayan Tagar adını alan kültür en eski Türklere atf edilmektedir. Tagar kültürü Karasuk kültürü denilen ve M.Ö. II. bine kadar uzanan aynı kıyılarda gelişmiş eski bir kültüre dayanmaktaydı.

Tagar kültürünün verdiği tesirler, doğuya, Göktürk kitabelerinin Ötüken Yış dediği Hangay dağları silsilesi ve Orkun ırmağı kıyılarında “Yassı Taşlar” kültürüne ve Çin’in kuzey sınırına, Ordos, yani “Ordular” denen bölgeye, Türkçe Yaşıl Ögüz denen Hoang-ho (Sarı Su) nehrine varmakta idi. Doğu’da Türklerin yoğun yaşadıkları sahaların sonunda, Sarı Deniz’e doğru Tunguzlar, onların güneyinde Mongoloid ırklardan Çinliler ve Tibetliler ile karışık olarak, yine proto-Türkler ve Türkler yaşıyordu. Çinlilerin “Chou” adını verdiği, Türk olması muhtemel bir boy, bugünkü Çin’in kuzeyinde bir devlet kurmuştu (M.Ö. 1050-249).

Batı’da ise Tagar kültürünün ilişkileri, Türkçe adı Altın Yış olan Altay bölgesi ve Altay’ın Mayemir kültürü bölgesi ile başlıyordu. Oradan da Kama ve İtil ırmakları kıyılarına ve Hazar Denizi’ne uzanıyordu. Türk boylarının yayılma bölgesinin batısında, İranlılarla karışık, fakat Türkler ve Doğu ile de ilgileri olan Saka (İskit) göçebeleri bulunuyordu.

Tagar kültürünün yayıldığı geniş bölgelerde, Çin tarihlerinde adı Tegreg veya Tölis olan Kagnılı Türkleri yaşadığı için Tagar kültürü onlara atf edilmektedir. Tegreg sözü (tekerlek mânâsına) bugün “kağnı” dediğimiz büyük tekerlekli arabaların adı sanılmaktadır. Tegreg Türkleri, kubbeli ve künbed biçiminde olan çadırlarını kağnı üzerine kurar ve öyle göç ederlerdi.

Bugünkü Kazakistan’da bulunan Alma-atı şehrinin 50 km. doğusunda Yesik Kurgan’da yapılan kazılarda, M.Ö. V. veya IV. yüzyıldan kaldığı sanılan mezarda ortaya çıkarılan ve Göktürk harflerinin en eski şekli olduğu sanılan bir yazı bulunmuştur. Bu buluş Türk yazısının Milattan önce teşekkül etmiş olabileceğini gösterdiği gibi, bulunan altın eşyalardaki yüksek sanat uslûbu Türklerin sanat seviyesini ortaya koymaktadır. Buna benzer olarak Altay dağlarında (Altın Yış), en eski mezarlardan olan Pazırık’ta çıkan ünlü sanat eserleri, tunç ve altın levhalar, tokalar, tahta oymaları, at koşumları, geyik maskeleri, renkli keçelerdeki resimli örtüler, kağnı üzerine oturtulmuş çadırlar ve dünyanın en eski düğümlü halısı, yine Türk medeniyetinin ve sanatının seviyesini ortaya koymaktadır.

Orta Asya’dan göç eden Türk kavimleri hariç diğer Türk topluluklarında kültür ve medeniyet gelişerek, fakat bir bütünlük içinde İslâmî döneme kadar birbirinin devamı niteliğinde gelmiştir. Nitekim Doğu’ya Mançurya ve Kore’ye giden Türk kavimleri kültür ve sanat tarihine yenilikler getirdiler. Burada maden işleri ve duvar resimleri ile kendini gösteren bir sanat ortaya çıktı. Avrupa yönüne gidenler ise, gerek diğer Türk kavimleriyle birleşmeleri ve gerekse gittikleri yörelerdeki Sarmat ve Goth gibi boylarla karışmaları ve Bizans’ın etkisiyle bazı ayrı tarzlara da sahip oldular. Buna bağlı olarak Türkler, temasta bulundukları değişik din mensuplarının etkisiyle Şamanizm, Budizm, Maniheizm, Yahudilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık gibi farklı dinlere girdiler. Bu suretle de farklı kültür yapıları olarak tapınaklar, mezarlar, balballar ve âbideler ortaya koydular. Bu farklı dinî yapılanma, Türk medeniyet ve sanatının iki ayrı yönünü ortaya çıkardı Bunlardan biri, yukarıda belirtilen Müslüman olmayan Türklerin sanatı, diğeri de aşağıda anlatılacak olan Müslüman Türklerin sanatı.

İslamiyet’in Türkler arasında yayılmasıyla Türk kültür ve medeniyetinde de değişiklikler meydana gelmiştir. Özellikle IX. yüzyılda ilk İslâmî Türk eserlerinin belirmesi ile sanat tarihimizde bir dönüm noktasına varılmıştır. Özellikle dinî âbidelerde Müslümanlık öncesiyle aşılmaz ifade farkları ortaya çıkmıştır. İslâmî olmayan tapınaklarda mâbud heykelleri ve resimleri bulunuyordu. İslâmda ise dînî sanat, maddeden arınmış, manevî anlayışı ortaya koyan timsaller ve yazı ile ifade ediliyordu.

IX-X. yüzyıllarda İslâmiyete girmiş illerden Yinçü-ögüz kıyılarında Sütkent ile Buhara yakınında “Türk Melikinin Şehri” Kökşibagan’daki ribat, mescid ve mezarlık kalıntıları muhafaza edilmiş en eski İslâmî Türk âbidelerindendir.

926 yılı civarında Kâşgar Türk hakanları sülâlesinden Satuk Buğra Han’ın İslâmiyeti kabulü ile burada Müslüman Türk sanatı başlamış oldu. Kâşgar’da X. yüzyılda Budist âbidelerin İslâmiyete vakf edildiği ve böylece Budist Türk sanatının, başlangıçtan beri İslâm sanatına tesir ettiği muhakkaktır. Nitekim X. ilâ XIII. yüzyılların ilk devre Müslüman Türk sanatının özellikleri, aynı devirdeki Türk Budist sanatı ile büyük yakınlık göstermektedir. Eski “Buyan” yapısı tekke, han, medrese, mescid ve külliyeye; “stûpa”lar türbeye; “ediz ev”ler minâreye çevrilmişti. Keza Müslüman olmayan Türk hakanlarının ongunlarından kartal ve arslan, Karahanlı devrinde İslâmî sanata girmişti.

Bu motifler Arapça ibareler ile birlikte karıştırılarak, İslâm sanatı içinde yer aldı; hayvan şekilleri gittikçe geometrik veya bitki türü motiflere benzetildi. Bu suretle Karahanlı sanatı, geçmiş Türk medeniyetinin temellerine dayanarak, kendine has bir İslâmî üsluba varıp, yüksek bir noktaya ulaştığı için, daha sonraki Müslüman Türk sanatının üslubunu tayin etmiştir. Gerçekten de daha sonraki gelişmiş Selçuklu ve Harezmşahlar gibi Müslüman Türk devletlerine bakıldığında, bu devir sanatına kadar uzanan kökleri olduğu görülmektedir.

İslam’ın kültür ve sanata getirdiği en önemli yenilik, dinî binalardan maddî dünyayı hatırlatan şekillerin silinmesiydi. İslâm Allah’ı her türlü şekil ve tasavvurdan öte ve her şeyden arındırılmış bildiği için heykellere ve resimlere tapmayı putperestlik saymıştır. Bu nedenle heykel ve resimlerin dinî binalardan yok olması neticesinde, geometrik ve tabiî dekor ve bilhassa Kur’ân yazısı ile olan yazı sanatı gelişmiştir. Bununla beraber Akkoyunlu Devleti gibi bazı devletlerde mezar taşlarının koyun suretinde bulunduğu, Selçuklularda bir kısım hayvan resimlerinin taş oymacılığında kullanıldığı görülmektedir. Kervansaraylardaki ve medreselerdeki mimarî üslup ise Selçuklu sanatının zirvesini teşkil eder.

İslâmî Türk sanatın en gelişmiş olduğu dönem ise, bütün İslâm ve büyük çapta Türk dünyasını birleştiren Osmanlı Devleti zamanında olmuştur. Özellikle mâbedler, zamanlarının en mükemmel mimarisini yansıtmıştır. Bilhassa dinî yapıların üzerindeki Osmanlı hat sanatı, İslâm Türk sanatının şâheserleri olarak görülürler. Selçuklularda olduğu gibi, Osmanlılarda da eski Türk mezar geleneği olan türbe mimarîsi önemli yer tutmuştur. Keza cilt, çini, müzehhiblik gibi geleneksel sanat dallarında da paha biçilmez derecede eserler ortaya konulmuştur.

Asya’da kurulan Hun, Göktürk, Sarı Türgiş ve Uygur devletlerinden ayrı olarak Batı Türkleri olarak niteleyebileceğimiz Avrupa Hunları, Bulgarlar, Avarlar, Hazarlar, Peçenekler ve Kumanlar Kafkasya, Karadeniz’in kuzey kısımları, Balkanlar ve Doğu Avrupa’da V. yüzyıldan XI. yüzyıla kadar varlık göstermişlerdi. Asya’nın daha güneyinde Karahanlı, Gazneli ve Selçuklu devletleri ile Mısır’daki Tolunoğulları ve Ihşidliler İslâmî dönem Türk devletleri olarak IX. yüzyıldan XII. yüzyıla kadar varlıklarını devam ettirmişlerdi. İşte, Türklerin İran ve Ortadoğu topraklarına gelişleri, gerek Türk tarihinde, gerekse İslâm ve Avrupa tarihinde ilginç oluşumların başlangıcı olacaktır. Zira Hıristiyan dünyasının Haçlı seferleri düzenlemek suretiyle başlattığı hilâl-haç çatışmasında İslam’ın koruyuculuğunu da üstlenen Türklerin, Anadolu ve Rumeli’ye bir daha ayrılmamak üzere girmeleri ve bu toprakları vatan haline getirmeleri, bu tarihten sonra hız kazanacaktır.

Tarih kaynaklarına göre, Türklerin Anadolu topraklarına ilk gelişleri V. yüzyıllara kadar uzanmaktadır. Ancak, köklü ve devamlı kalmak için gelmeleri XI. yüzyıldır. Önce Selçuklular, ardından da Osmanlı Devleti’nin kurulmasıyla sonuçlanan bu siyasî oluşum, dünya tarihini etkileyen en önemli olaylardan biri olmuştur. Geniş bir pencereden bakıldığında, Türkiye Selçuklularının Osmanlı Devleti’nin kuruluşunu hızlandıran ve ona sağlam bir zemin hazırlayan bir görevi yerine getirdiği görülür. Öte yandan Osmanlı Devleti’nin kurulmasıyla, bir yerde Avrupa tarihinin de yeni bir mecraya girmesine ve hattâ bugünkü Avrupa’nın şekillenmesine yol açtığı söylenebilir. Zira Osmanlı Türklerinin Rumeli’ye geçişleri, İstanbul’u alarak Doğu Roma’ya son vermeleri, Hıristiyan dünyasının yeni bir biçim ve anlam kazanmasına, kendilerine rakip ve en büyük düşmanları olan bu devletin, ticarî yollara sahip olmak suretiyle ekonomik üstünlük kurması, coğrafî keşiflerin gerçekleşmesine ve Avrupa’nın Türklerle olan mücadelesinin farklı bir boyut kazanmasına yol açmıştır. Diğer bir deyimle Avrupa, bu sayede Avrupa olmuştur.

Türkiye Selçuklu Devleti’nin zayıflamasından sonra Anadolu’da çeşitli Türk boylarına mensup pek çok beylik ortaya çıkmıştı. Bu beylikler içerisinde Kayı boyuna mensup olup Söğüt-Yenişehir-Bilecik bölgesinde Osmanlı Beyliği teşekkül etmişti. Bu beylik kısa zamanda Anadolu’daki beylikleri birleştirerek Türk birliğini kurmuştu. Osmanlıların Türkleri birleştirmelerinin yanında, komşuları Bizans’la da mücadele ettikleri görülmüştür. Nitekim, İstanbul ve civarına sıkışıp kalan Bizans, bu küçük Türk beyliğiyle mücadelede âciz kalmıştır. Bu sebeple Osmanlılar önce Rumeli’ye geçmişler, daha sonra da İstanbul’u alarak, Anadolu ve Rumeli’de geniş topraklara sahip bir devlet haline gelmişlerdir.

Osmanlı Devleti, Rumeli’ye geçince Sırplar, Bulgarlar, Macarlar, Venedikliler, Avusturya-Alman İmparatorluğu, İngiltere, Papalık, İspanyollar, zaman zaman Fransa ve Rusya’yla mücadele etmiştir. Doğu ve Güney’de ise her biri birer Türk devleti olan Akkoyunlular, Timurlular, Memlükler, Safevîler ve Karamanoğulları devletleriyle rekabete girmiştir. Sistemli bir devlet teşkilâtına, kuvvetli bir orduya ve maliyeye sahip Osmanlı Devleti, Doğu’da, Batı’da, Kuzey’de ve Güney’de önemli topraklar elde etmiş, devletin sınırları Kuzey’de Kırım’dan Güney’de Sudan ve Yemen’e, Doğu’da İran içlerinden ve Hazar Denizi’nden Batı’da Viyana ve Fas’a kadar uzanmıştır.

XVI. yüzyıldan itibaren coğrafî keşiflerle gelişen Avrupa’ya karşı teknik, malî ve askerî üstünlüğünü kaybeden Osmanlı Devleti, yeni gelişmelere ayak uyduramamış ve bu yüzyıldan itibaren dengeler Avrupa devletleri lehine gelişmiştir. XIX. yüzyılda başlayan milliyetçilik akımları ve Rusya ile Avrupa devletlerinin Balkanlardaki milletleri teşkilâtlandırmaları, Osmanlı Devleti’nin büyük topraklar kaybetmesine ve Osmanlı topraklarında bağımsız devletler oluşmasına sebep oldu. Devletin yıkılışında, öteden beri bir haçlı anlayışıyla hareket eden Batılı devletlerin Osmanlı Devleti’nin paylaşılması demek olan Şark meselesini yürürlüğe koymalarının rolü büyüktür.

Birinci Dünya Savaşı’nda Almanların yanında yer alan Osmanlı Devleti’nin toprakları, bu devletin yenilmesi üzerine İngiltere, Fransa, İtalya, Rusya ve Yunanistan’ın işgaline uğradı. Ancak Türk milleti bütün olumsuz şartlara ve yokluğa rağmen düşmanı topraklarından attı. Osmanlı Devleti’nin yerine, Türk kurtuluş mücadelesinin lideri ve seçkin siması Mustafa Kemal Atatürk tarafından Türkiye Cumhuriyeti kuruldu.

Osmanlı Devleti, Ortaçağ ve Yeniçağ boyunca devrinin en hoşgörülü yönetimini sağlayan bir devlet hüviyeti taşımaktadır. Gerçekten de beşyüz yıl idaresinde bulunan farklı dinlerden ve ırklardan insanları bir arada tutabilmiş, din ve vicdan hürriyeti sağlamak suretiyle, bünyesindeki milletlerin kültür ve dillerinin muhafazasında önemli bir rolü üslenmiştir. Bunda, bir hukuk devleti olması ve yönetimde katı bir mutlakiyet idaresi yerine, yasama ve yürütmenin meclise dayalı bir hüviyet taşıması önemlidir.

Osmanlı Devleti, kendisinden önce yaşamış bütün Türk devletlerinin kültür, bilim, sanat ve devlet yönetimi birikimine sahip bir devlet olarak, dünya insanlık tarihine bilimsel yönden olduğu gibi, kültür eserleriyle de önemli katkılarda bulunmuştur. Kendisine has mimarîsi, hat sanatı, ciltcilik, taş oymacılığı, çinicilik, süsleme, minyatür gibi sanat alanlarında nadide eserler vücuda getirmiş, öte yandan dünya siyasetinde yüzyıllarca etkili olmuştur.

İşte yakın tarihimiz olan Osmanlı tarihi, bugün Türkiye’de Türk halkının en çok öğrendiği ve onunla millet şuuruna ulaştığı bir tarihtir. Aslında Türk tarihi sadece Osmanlı tarihi olmamakla beraber, Batı Türklerinin, Avrupa ile gizliden gizliye olan rekabetinde Osmanlı tarihinin ön plâna çıktığı bir anlayışı sergilemektedir. Buna karşılık Avrupa da, Türk tarihinin, Viyana önlerine kadar gelen ve belki de Avrupa’da en büyük istilâyı gerçekleştiren Osmanlı bölümüyle bu sebeple yakından ilgilenmektedir ve Türk imajını Osmanlı ile ifade etmektedir. Nitekim bugün, Avrupa devletlerinin Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı yürüttükleri politikalar da büyük çapta buna bağlı olarak tayin edilmektedir. Ancak 1990’lı yılların başı, Türk tarihi açısından yeni bir dönüm noktası olarak tarihe geçmiştir. Zira, Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle, eski Türk coğrafyası yeniden şekillenmiş, dünya siyasetine yeni Türk devletleri dahil olmuştur.

Kaynak Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu – Türk Tarihi Üzerine Çalışmalar
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

Bu web sitesi deneyiminizi geliştirmek için çerezleri kullanır. Bununla iyi olduğunuzu varsayacağız, ancak isterseniz vazgeçebilirsiniz. Kabul etmek Mesajları Oku