Saadet, bahtiyarlık ve en büyük mutluluk manâsına gelen Devlet; hukukî bakımdan, emretme hak ve yetkisine sahip ve o emri icra kudretinde olan yüksek sosyal nizamdır. Devlet emretme hakkını kullanıp, vatandaşları arasında sosyal nizamı tesis ederken adaletten de kıl kadar ayrılmaması gerekir. Adalet olmayan yerde dengeler alt-üst olur, yerini anarşiye bırakır.
Türklerde hükümranlık telâkkisi karizmatik olup, hükümdarlık yetki ve kudreti Tanrı tarafından bahşedilmiş, kutlanmıştır. Nitekim Mete’nin unvanı “Gök Tanrının, güneşin tahta çıkardığı Tanrı Kut’u Tanhu”, Atillâ’nın ise “Tanrının Kılıcı” idi. Bu da gösteriyor ki Türk hükümdarları ilâhî bir kudretle donatılmış oluyorlardı. Ve böylece görev ve sorumlulukları da kendiliğinden büyüyordu.
Türk hakanları, kendilerinin Yüce Tanrı tarafından görevlendirildiğine, böylece Tanrı’nın Türk milletini tuttuğuna tam bir samimiyetle inanıyorlardı. Bilge Han kendisinin hükümdar olmasını aynı ilâhî menşeye bağlamakta: “Türk Tanrısı Türk milletinin adı sanı yok olmasın diye babam kağan ile anamı tahtta oturttu. Ben de Tanrı irade ettiği için, Kut’um olduğu için kağan oldum. Öte yandaki milletleri nizama soktuk. Tanrı güç verdiği için Türk askerleri kurt gibi, düşmanları koyun gibi idi” demektedir. Bu durum Uygurlarda ve İtil Bulgarlarında da böyleydi. Bu tarihî kaynaklardan da anlaşılıyor ki, Türk devletlerinde siyasî iktidar kavramı Kut tabiri ile ifade ediliyor; Kut’un kan vasıtasıyla da babadan oğula geçtiği kabul ediliyordu. Bu inanç hükümdarın ölümünden sonra evlâtları arasında devam ettiğinden taç ve taht kavgalarının da sebebi olarak telâkki ediliyordu. Bu durumu göz önüne alan Fatih; nizam-ı âlem için kardeş katline cevaz vermiştir.
Kut, Tanrının bir vergisi olması nedeniyle su veya nefes kadar kutsal, kabul edilmiştir. Şamanizmde Kut’un insanın ruhu olarak çocuğa ana karnında iken verilmiş olduğu ileri sürülmüştür.
Kut ve Kutluk, Türk düşünce ve günlük hayatının temellerinden birisi olmuştur. Bu inanış ve anlayış, halk inanışlarından gelişerek yüksek bir devlet düşüncesi ve felsefesi olmuştur. Ondan sonra da olgunlaşarak, büyük devlet kurmuş olan Türklerde, halk kitlelerinin ruhlarına kadar inmiş ve onların günlük hayatını düzene sokar olmuştur.
Kut’un özellikleri ve nazarî cephesi Yusuf Has Hacib’in Kutadgu-Bilig (Saadet veren Bilgi) adlı meşhûr eserinde en ince noktasına kadar açıklanmıştır; buna göre: “Kut’un (hükümdarın) tabiatı hizmet, şiarı adalettir. Fazilet ve kısmet Kut’tan doğar. Beyliğe (Hükümdarlığa) yol ondan geçer. Herşey Kut’un eli altındadır. Bütün istekler onun vasıtası ile gerçekleşebilir. Tanrısaldır… Bey bu makama sen kendi gücün ve isteğin ile gelmedin, onu sana Tanrı verdi. Hükümdarlar iktidarı Tanrı’dan alırlar…”
En büyük mutluluk, saadet ve bahtiyarlık mânâlarına gelen devleti de Türklere Tanrı vermiştir. Millet ile hükümdarın durumu, Tanrı tarafından yasanır ve tayin edilirdi. Tanrı tarafından İl (Devlet) ve Kut verilen hükümdarlar ve milleti eğer Tanrı yolundan çıkarlarsa, Kut ve İli elinden alınarak cezalandırılırdı. Onun için Türkler, başarı ile felâketlerini hep Tanrının bu yasamasına bağlıyorlardı.
Görülüyor ki, Türkler siyasî iktidarın kaynağını Tanrı’ya bağlamak suretiyle hakanı Tanrı huzurunda sorumlu tutmakla, bugün “Millî İrade” diye ifade edilen “Yüksek otorite” meselesini üstün siyasî kültürleri sayesinde daha o çağlarda halletmiş ve insanları hükümdarın şahsî insaf duygusuna sığınmaktan kurtarmışlardır.
Kut’u da, İli de Tanrı verdiğine göre, devletin (İlin) düzeni yer ile göğün düzenine bağlı idi; ona isyan olmazdı. Devletine isyan eden, Tanrıya isyan etmiş demekti. Türk devlet felsefesi, Türk milletinin veya bir kişinin kendi iradesi ve hırsıyla, bağlı olduğu devlete isyan edip, başkaldıracağını kabul etmiyordu. Bilmediği, yanıldığı veya kandırıldığı için isyan etmişti. Kültigin yazıtında: “Bilmediği için, yanıldığı için, suç işlediği için kağan öldü. Veziri ve beyleri de öldü. Onok milleti (Türgişler) çok zahmet ve acı gördü” denilmektedir.
Diğer bir inanç da Türk adının Tanrı tarafından verilmiş olduğu; Türk askerlerinin de Hz. Muhammed’in, dolayısıyla Allah’ın askeri olduğudur. Kaşgarlı Mahmud Tanrı tarafından Türk isminin verilişini şu şekilde yorumlar:
“Bu Allah’ın Türk milletine, bütün insanlara karşı lutfettiği bir fazilettir. Çünkü Allah onlara ad vermeyi kendi üzerine almıştır. Onları yeryüzünün en yüksek yerinde, havası en temiz, suyu en güzel ülkelerine yerleştirmiştir. Onlara kendi ordum demiştir.
Bundan başka Türklerde beden güzelliği, tatlılık, yüz güzelliği, eda, büyüklere saygı, sözünde durma, sadelik, kahramanlık, merdlik gibi öğülmeye değer sayısız faziletler vardır.”
Türkler yeryüzünde Allah’ın askerleri olduğundan azgınların yatıştırılması, haksızlıkların giderilmesi, adaletin yerine getirilmesi ancak bu askerler vasıtasıyla gerçekleştirilecektir. Bu hususta Kaşgarlı Mahmud şunları söylemektedir:
“Gördüm ki, Yüce Tanrı devlet güneşini Türklerin burçlarından doğdurmuş, göklerdeki burçları, onların devletleri çevresinde döndürmüş. Onlara Türk adını kendisi vermiş. Mülk ve saltanatı onlara vererek, onları asrın hükümdarı kılmış. Cihan halkının dizginlerini onların ellerine bırakmış ve onları bütün insanlardan üstün eylemiş. Doğrulukta onlara her zaman yardımcı olmuş, onlara intisab edenleri, onların hizmetinde bulunanları hep aziz kılmış ve bütün dileklerine erdirmiş, kötülüklerin şerrinden korumuş”.
Sultan Sencer de bu hususta; “Allah, bu dünyayı bizim tasarrufumuza vermiş ve bize emanet etmiştir. Bütün emirler ve hükümdarlar bizim memurlarımızdır. Biz cihan padişahlığını babamızdan ve halifeden miras aldık” diyor. Eski Türk ilâhî saltanat ve cihan hâkimiyetinin de tam bir temsilcisi olduğunu belirtiyor.
Kaşgarlı Mahmud’un Türkleri Tanrı’nın ordusu sayan rivayeti Türk, Moğol ve Osmanlı hükümdarlarının yazdıkları mektuplar ve fetihnamelerde de kullanılmıştır. İlhanlı hükümdarı Hülâgu’nun Mısır sultanına, Fatih’in Cihanşah’a, Yavuz S. Selim’in ve Kanunî’nin diğer Müslüman ve Hristiyan hükümdarlara gönderdiği mektuplarda askerlerinin “Allah’ın galip ordusu” olduğu yazılıdır.
Türkler, millî, islâmî, insanî duygularını ahenkli bir şekilde terkib ederek, bir dünya nizamı davası gütmüşler, Allah’ın, cihan hâkimiyetini kendilerine emanet ettiğine yürekten inanmışlardır. Türk devletlerinde devam eden “Güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar” dünyanın töreye göre, Türk hükümdarı tarafından idare edilmesi inanç ve düşüncesi Osmanlı Türklerine kadar uzanıyor ve kemal noktasına ulaşıyordu.
Cihan hâkimiyeti ülküsü Hunlardan sonra Göktürklerde de daha ileri ve müstesna bir mevki işgal ediyordu. Batı Göktürk hükümdarı İstemi Han’ın oğlu ve halefi Tardu, Akhunları kendi hâkimiyeti altına aldıktan sonra, Bizans imparatoruna gönderdiği mektuba; “Dünyada yedi iklim ve yedi ırkın (cihanın) büyük kağanından Romalılar imparatoruna”… ibaresi ile başlar ve bu şuuru belirtir. Çin’e karşı zaferi ile meşhur Kapgan da imparatora gönderdiği mektupta: “Dünyayı sulha ve nizama kavuşturan, Tanrının mükâfaatına lâyık ve Göktürklerin ilâhî ve kudsî hükümdarı” unvanlarını kullanıyordu. 1055 yılında Şiî Büveyhîlerin elinden halifeyi kurtardığı için Tuğrul Bey’e Halife tarafından “doğunun ve Batı’nın sultanı, dinin ve devletin direği” unvanı verilmesi cihan hâkimiyeti düşüncesinin güzel bir örneğidir.
Yine Türklerde yeni fethedilecek ülkelerin çeşitli bölgelerine gönderilecek hanedan üyelerinin önceden belirlenmesi de cihan hâkimiyeti ülküsünün tatbikatından idi. Aynı şekilde Anadolu’ya keşif seferleri, arkasından Malazgirt muharebesi ve Anadolu’nun fethi de aynı ülkünün zafer halkalarıdır.
Türklerin inançlarına göre iktidar Tanrı’dan (gökten) aşağı doğru intikal ettiği için, devlet içindeki mevkiler de yukarıdan aşağıya sıralanıyor ve sağa, sola doğru yayılıyordu. Türk inancında güneş ve aya verilen ehemmiyetten anlaşılıyor ki, bu sağ ve sol istikametleri umumiyetle doğu ve batı cihetleri idi. Güneşin doğduğu taraf Türklerce kutsal yön sayıldığından, hükümdar otağının doğuya açılması, hakanların tahtta doğuya yönelik oturmaları gibi. Öteki cihetler güneşin gökyüzündeki seyrine göre sıralanıyordu: İleri, gündoğusu, beri, günortası (güney, sağ taraf), geri, günortası, yukarı, gece ortası (kuzey, sol taraf).
Türkler fethettikleri yerlerde insanlara iyi davranmışlar, onları dillerinde ve dinlerinde serbest bırakmışlardır. Türk fütuhatında gaye, ülkeler fethetmekten ziyade İlây-ı Kelimetullâh arzusudur. Türk ve İslâm devletlerinde çeşitli din ve mezhepten kütlelerin, geleneklerin müdahale edilmeksizin yaşamalarının sağlanması, cihan hâkimiyeti prensibinin özelliğindendir.
Türk Cihan hâkimiyeti düşüncesinin biri teorik diğeri uygulama olarak iki cephesi tesbit edilebilmektedir: Teorik cephesi, o zamanki bilinen dünyaya göre ve dünyanın Türklerce malûm durumuna kaynaklarda geçen ifadesiyle “Güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar” her tarafı Türk idaresi altına almak imkânlarının aranması ve zorlanmasıdır. Bu düşünce, Türk psikolojisinde derin yer tutmasından dolayı, destan ve efsanelerimize ve tarihî kayıtlara yansımıştır.
Oğuznameye göre ilk cihan hâkimiyeti Oğuz Han tarafından kurulmuştur. Oğuz Han semavî bir menşeden gelmiş ve hârikulade vasıflara sahip olarak doğmuştur. Hükümdar ilân edildikten sonra “Güneş bayrağımız, gökyüzü otağımızdır. Daha çok denizlere, daha çok ırmaklara doğru” diyerek dünyanın fethine hazırlanmaya başlamıştır.
Oğuz Hanın veziri Uluğ Türk, bir gün uykuda, bir altın yay ile üç gümüş ok görmüştür. Altın yay, gündoğdusundan günbatısına kadar uzanıyordu. Üç gümüş ok da kuzeye doğru gidiyordu. Uluğ Türk uyanınca Oğuz Han’a:
“- Ey kağanım, bu rüyamız sizin hayatınız için, uğurlu olsun; bu rüya size dirlik versin. Gök Tanrı, rüyamda ne gördüysem, onu gerçek yapsın” diyerek Gök Tanrının dünyayı kendisine bağışladığını söylemiştir.
Bu inanışları dünyanın hâkimiyeti veya dünya devleti kurma ile ilgili sembol olarak kabul edilen yayın, gökte doğudan batıya doğru uzanması, üç gümüş okun da kuzeye doğru gitmesi, Buzdağında ordugâhını kuran Oğuz Han’ın çadırına gökten bir ışık demeti hâlinde inen “Gök tüylü, gök yeleli” tanrısal varlık Bozkurt (Böri)’nin yol göstericiliğinde dünya fütuhatına çıkması, Oğuz’un altı oğlunun adları Türk Cihan Hâkimiyeti düşüncesinin belirtisidir.
Mete ile başlayan dünya iktidarını ele geçirme ülküsü, Attila’nın, cihan hâkimiyeti kurma tasavvuru ile devam eder. Her iki Roma’yı ele geçirerek bir dünya imparatorluğu kurmak düşüncesiyle yola çıkan Attila, Bizans elçisi Priskos ve daha sonra Got tarihçisi Jordanes’in bildirdiğine göre Tanrı Ares’in kılıcına sahip olmuştur.
Hunlar, Attila’nın Tanrı tarafından gönderildiğine ve efsanevî kılıcı verdiğine nasıl inanıyorlarsa, Avrupalılar da öylece inanıyorlar ve Attilla’ya “Tanrı’nın Kılıcı” diyorlardı. Dolayısıyla kendilerini cezalandırmak için gönderildiğine inanıyorlardı.
Attila’nın çobanlarından biri, bir gün iki yaşında bir düvenin ayağından kanlar aktığını görmüş. Neyin nesi diye çevreye bakarken, yere sapından gömülerek dikilmiş, kılıcı görüyor. Kılıcı alıp götürüyor ve Attila’ya sunuyor. Attila kılıcı görünce, kaderin kendisine güldüğünü ve yeryüzünün hâkimi ve efendisi olacağını anlıyor. Dünya hâkimiyetinin kendisine Tanrı tarafından verildiğini, sonraki tutumlarıyla gösteriyor.
Bu hususta bir kapı yaptıran İskender de, kapının üzerine şunları yazdırmış: “Hunlar, bir zaman olacak ki, İran ve Roma ülkelerini, bu kapıdan aşarak, ellerine geçireceklerdir. 927 yıl sonra, Hunlar yeryüzüne yayılacaklardır. Bütün dünya onların atlarının ayakları altında titreyecektir. 950 yıl sonra ise, Hun hükümdarı bu geçitten geçecek ve Tanrının buyruğu ile bütün dünyayı hâkimiyeti altına alacaktır.” Yine Göktürk prensi Türk Şad’ın Bizans elçisi Valentinos’a: “Güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar dünya önümüzde diz çökecektir” demesi, Alp Er Tunga (Afrasiyab)’ın “Acun beği” (dünya hükümdarı) sayılması, Cihangir Yavuz’un; “Dünya bir padişaha az, iki padişaha çok” demesi aynı inanç ve düşüncenin tezahürüdür.
Cihan hâkimiyeti ülküsünün Oğuz Han Destanındaki akisleri, Selçuklu ve Osmanlılarda da değişmemiş, tarihî rüyalar ve şeyhlerin kerametleri ile İslami bir mahiyet almıştır. Selçuk Bey’in babası Dukak rüyasında göbeğinden üç ağacın çıktığını, her tarafı saran dalların göklere yükseldiğini görmüştür. Osman Gazi’nin rüyası da buna benzemektedir. Rivayete göre Osman Gazi, Şeyh Edebalı’nın zaviyesinde misafir iken Kur’an-ı çok tazim eder. Yatınca, geceleyin rüyasında şeyhin kucağından çıkan bir ay kendi koynuna girer. Bunun üzerine Osman Gazinin göbeğinden çok muazzam bir ağaç yükselir ve dalları dünyayı sarar. Bu rüyayı tefsir eden Edebalı hemen istikbali keşfeder ve Osman Bey’e; “Padişahlık sana ve nesline mübarek olsun ve kızım Malhatun da senin helâlin olsun” der. Böylece Osman Gazi, Şeyh’in damadı olur ve Osmanlı Devleti’nin de cihana hâkim olacağı kanaati yerleşmeye başlar. Zaferler ve evliyanın yeni kerametleri birbirini takip ettikçe tam bir iman hâlini alır ve yayılır.
Osmanlı padişahları cihan hâkimiyeti ülküsüne eskiden daha kuvvetli olarak bağlanırken İstanbul’u bu hâkimiyetin ilk merhalesi ve merkezi sayıyorlardı. Türk siyaset ve fikir adamları arasında da gelişen ve beslenen bu millî ve İslami mefkûre halk kitlelerine ve askerlere “Kızılelma” adı ve efsanesiyle yayılıyordu. Türklerin fetihten önceki hedefleri, en son varacakları yer, onların manevî haritaları olan “Kızılelma” ülküsünün bir yerde ve maddede canlandırılmasıdır.
Kızılelma bazen bir belde, bazen de bir ülküdür, tahtın ve mabedin üzerinde de parlar. Som altından yapılmış elma biçiminde yuvarlak bir toptur. Bu top bazen İstanbul’da imparatorun yıldızlı tahtında durur, bazen de Ayasofya ve Roma’da Saint Pierre Kilisesi’nin mihrabında sallanır. Hunlardan Osmanlılara intikal eden cihan hâkimiyeti inancı ve sembolü olan Kızılelma; İstanbul’un fethinden sonra Roma, Kanunî devrinde de Viyana olur.
Türk cihan hâkimiyeti düşüncesi, Türk fütuhat felsefesinin ana kaynağı ve dayanak noktası olarak, daima gerçekleştirilmesine çalışılan bir ülkü niteliğini tarihimiz boyunca muhafaza etmiştir.
Bu ülkü ile yola çıkan atalarımız; Türklüğün ve İslâmın kılıcı ve kalemi olarak kıt’aları yastık, denizleri çarşaf, çağları da tahtıravelli yaparak dünya nizamının koruyucuları olmuşlardır…