Erzincan çarşısının ortasında ve tamamen yıkılmak için sertçe bir rüzgar bekleyen harap bir binanın önündeyiz. Duvarları, derin bıçak yaraları gibi çatlayıp açılmış ve tıpkı bir kötürüm gibi beli bükülmüş olan bina, kaldırıma doğru o kadar eğilmiş ki, kırılmış bacasının deliğine, kalınca bir oltanın iğnesini takıp çekiverseniz: “Gürr!” diye yıkılacağı muhakkak.
Binanın üst katından bir yaralı inleyişi duyuluyor. Belli ki orada, yaşamak ümidini kaybetmemek gayretiyle çırpınan bir insan var. Fakat, hiçbirimiz, binaya girmeye değil, binanın altına sokulmaya bile cesaret edemiyoruz. O sırada acı bir çaresizliğin hazin sükûnetiyle binayı seyreden kalabalığın içinden bir adam ayrılıyor. Bu, uzun boylu ve bir başaltı pehlivanı kadar iri, sağlam yapılı genç delikanlının esmer yüzü, Fırat kenarındaki yalçın kayalar kadar sert, fakat gözleri, Fırat’tan alınmış iki yudum su kadar temizdir.
Üzerinde, yarısı hakiki, yarısı da kahve rengi çuhadan biçilmiş eski bir mahkum üniforması var. Eski ceketinin göğüs cebinden sarkan, temiz, yeni ve kırmızı bir ipek mendil, mahkumun hırpani kıyafetiyle garip, hatta tuhaf bir tezat teşkil ediyor. Onun, kendi evine giren bir insan sükûnetiyle, karşımızdaki viran binaya doğru yürüyüşünü, bir insan hayatının kurtarılacağını düşünmenin verdiği sevinçle, bir insan daha kaybetmek ihtimalini düşünmenin verdiği endişeyle, bu harikulâde cesarete şahit olmanın verdiği takdirle ve ayni fedakârlığı yapamamanın verdiği utançlı imrenişle seyrediyoruz.
İçimizde, tehlikeli bir varyete seyretmenin o aşağılık tecessüsü bile var. Gayriihtiyari, düşünüyoruz: İçerden acaba kim çıkacak? Bir kadın mı, bir erkek mi? Bir çocuk mu? Bina dayanacak mı? Yoksa, şu zavallı mahkum da, imdadına koştuğu biçareyle birlikte, Erzincan kurbanları arasına mı karışacak?
Bilmiyorum ne kadar geçti? Onu viran binanın kapısından, kolları arasında bitap ve baygın bir genç kız vücudu taşıyarak çıkarken gördüm. Sonradan öğrendik ki, o binada oturan zat, zevcesi ve üç çocuğu sağ salim kurtarılmışlar. Ve mahkumun çıkardığı biçare genç kız, enkaz altında öldüğü sanılarak bırakılan, veya telaş arasında unutulan beslemeleri imiş. Ancak bunları öğrendikten sonradır ki, o kızcağızın kendisini o viran binadan kurtaran insanın boynuna derin ve insiyaki bir minnetle sarılışındaki manayı kavrayabildim. Halâskârı onu, sade ölümden değil, ölümden beter bir felaketten, herkes tarafından unutulmaktan da kurtarmıştı. Genç kızı, bir sedyeye bırakıp giderken, onunla konuşmak istedim. Evvelâ bu arzuma muvafakatten kaçınmak istedi. Fakat niyetimin iyiliğine inanınca:
“ – Bari, dedi. Tenha bir yere gidelim: Burada bir sürü insan var…
“ – Onlardan bize ne?..”
O masum bir hayret ve hicapla:
“ – Nasıl bize ne?..” dedi ve üzerindeki mahkum elbisesini göstererek sordu:
“ – Baksanıza kılığıma?..”
Şehrin arkasına, eski kale kapısının önündeki meydana doğru yürüdük. Ve konuştuk; İsmi Recep’miş. Kütahyalı imiş. Vaktiyle şoförlük, bisiklet tamirciliği yaparmış. Nüfuzunu kullanarak ailesini ayartmak isteyen bir memuru vurmuş. İşin içinde tahrik görüldüğü için 6 sene vermişler. Üç buçuk yıldır yatıyormuş. Ailesiyle çocuğu, amcalarının yardımıyla ve merhum kayınpederinden kalan tekaüt aylığı ile geçiniyorlarmış. Zelzeleden üç gün evvel Erzincan’a gelmişler. Fakat, hapishanenin ziyaret gününden evvel zelzele olduğu için Erzincan’da görüşememişler. Bunları anlatırken, erkek sesi çelik gibi kırılan ve gözleri buğulanan Kütahyalı Recep:
“- Bayım… diyor, sen felâkete bak: Burada hangi evde oturduklarını bile bilmiyorum ki, gidip eşip, kazıp, arıyayım. Otel binalarının enkazını gece gündüz çabalayarak, didik didik ettim: Yok!…
Sonra içini çekerek ilâve ediyor:
“- Fakat, onları bulayım derken, tam dört tane can kurtardım:
Allah bu sevaplarıma sayıp, taksiratımı affeder de, benim canlarımı da bağışlar belki!… Fakat, pek ümidim kalmadı: Çünkü, tam dört gün dört gece oluyor. Bu kadar zaman, yemeden, içmeden insan enkaz altında değil, yorgan altında yatsa, yine sağ kalmaz…
Gözleri iyice yaşarıyor:
“- Hele yavrucuğum çoktan ölmüştür!..”
Diyor ve gözlerinin sıcak damlalarını, göğsünden çektiği kırmızı ipekli mendile içirerek, hıçkırıyor, ilave ediyor:
“- Bu karımın hediyesiydi!”
O, gittikçe azalan bir ümitle, yeni harabeler eşelemeye giderken, yüreğim garip bir azapla burkuluyor. Ve inanıyorum ki, insanları da, pınarlarından fışkıran suları kadar temiz olan bu toprakların hapishanelerinde bile, Lombrozo’nun tarif ettiği Kriminal mahlûklar (cani yaradılışlı mahlûklar) Alkapon’lar, Landrü’ler, Vaydman’lar yoktur. Ve toprak davalarının, cehaletin fitillediği kan davalarının kökünü de kurutabildiğimiz gün, her biri affa ve şefaate lâyık olan “Kütahyalı Recep” gibi cevherlerde, kendilerine çok pahalıya patlamış birer iptidai hırs buhranının nedametini, bütün ömürlerince çekmekten kurtulacaklardır. Eğer yazımı bitirmek zahmetine katlanırsanız, yüreğimi Kütahyalı Recep’e çözülmez bir düğümle bağlayışımı haksız bulamazsınız: Kütahyalı Recebin feragat ve cesaretine bizzat şahit olduğum ve kendilerine dair – tıpkı Recep’in fedakârlığına benzeyen – birçok vâkıalar dinlediğim için Erzincan’da dikkatimi en fazla çeken insanlar arasına açıkta kalan mahkûmlar da karışmışlardı: Onları nerede görsem sokuluyor, soruyor, dinliyor, konuşuyordum.
Kütahyalıdan ayrılışımdan bir gün sonra idi: İstasyon arkasındaki meydanlıkta, uzun boylu, sarışın ve soluk âdeta ölgün benizli bir genç gördüm: Üzerinde bir mahkûm esvabı vardı. Sokularak sordum:
“ – Sen neden yatıyordun?
O bir iftiraya uğramış gibi reddetti:
“ – Ben mahkum değilim!..”
Gözlerim hayretle açıldı:
“ – Ya bu elbise?”
O gözbebekleri minnetle parlayarak üzerindeki esvabın hatırasını anlattı:
“- Beni, evimin enkazı altından bir mahkûm kurtardı: Yatağımdan çıkarıldığım için, çırılçıplaktım. Tirtir titriyordum. Soğuktan öleceğim muhakkaktı. O zaman beni kurtaran adam üzerindeki ceketi çıkarıp zorla sırtıma giydirdi. Ve:
“- Mahkûm elbisesidir amma aldırma… Dedi… Evvalâ canını kurtar, sonra bu esvabın sana ait olmadığını ispat edebilirsin!… Vakıâ bunun adı soğuktur amma, iyi ısınacaksın: Halis çuhadır, insanı ateş gibi tutar!..”
Gözlerimi, kendisine bol gelen çuha mahkûm ceketine bürünen adamın gözlerinden ayırdım: Fakat bakışlarımı, tabii bir tecessüsle, Erzincan faciasında bir “Kızıl Hilal” üniforması rolü oynayan mahkum ceketinde gezdirirken içimde, acısı unutulmaz bir burkuluş belirdi: Çünkü, meçhul felâketzedenin sırtındaki mahkûm ceketinin göğüs cebinde. Kütahyalı Recebin kırmızı ipekli mendili vardı!
Erzincan’dan ayrılırken düşündüğüm insanlar arasında Kütahyalı Recep’te vardı: Ve onu düşünürken, hatırladım ki, Recep, karlı Erzincan viranesinde yarı çıplak bir halde dolaşmaktadır ve benim bavulumda, ona verilebilecek bir battaniye, bir yün yelek, bir yün gömlek vardır.
O zaman, istasyonda dolaşan mahkûmlardan birisine sokularak sordum:
“ – Sen Recebi tanır mısın?..”
“ – Hangi Recebi? Kütahyalıyı mı?
“ – Evet!
“ – Tanırım tabii?
“ – Onu nerede bulabilirim acaba?”
Muhatabım, yüzüme, masum bir merhametle baktı, ve:
“ – O, dedi, neyin olur senin?..”
“ – Hiçbir şeyim olmaz!..”
O, bir insana, çok yakın bir akrabasının felâket haberini vermek mecburiyetinden kurtulmanın ferahlığı ile geniş bir nefes aldı. Sonra, ihtimal iyi ve temiz dostunu düşünerek içini çekti:
“ – Recep, dedi, dün gece donmuş!”
Şimdi, bu satırları yazarken ıslanan gözlerimin önüne, fedakâr Kütahyalının donmuş cesedi geliyor: Biçare ihtimal açık kalmış gözlerine hâlâ, uğruna katil olduğu karısını ve kim bilir hangi taş yığınının altında kalan yavrusunu arıyordur!
Yazan: Naci SADULLAH
10 Ocak 1940, Tan Gazetesi
Yayına Hazırlayan: Abdullah Bozdemir (Erzincan Nostalji)