Yapımı tam 23 yıl süren, ilk açılışından sonra yanıp kül olan; 12 Mart darbesi döneminde yakıldığı iddia edilerek davalara konu olan; yanışından 8 yıl sonra da yeniden inşa edilen Atatürk Kültür Merkezi’nin tarihçesi, tipik bir Türkiye macerası kıvamındadır.
Günümüzde hepimizin Taksim Meydanı olarak bildiğimiz alanda 19. yüzyılın ortalarına kadar Beyoğlu Topçu Kışlası ile bu kışlaya ait ahırlar bulunmaktadır. Dolmabahçe’den Taksim’e doğru çıkan yolun sağında ise Büyük Mezarlık (Ayazpaşa Mezarlığı) olarak bilinen büyük bir Müslüman mezarlığı… 1900’lü yılların başından itibaren mezarlığın yola bakan tarafına çok sayıda, bitişik nizam konut yapılmasıyla bölgenin görünümü değişir. 1920’lerde Ayazpaşa’dan Taksim Meydanı’na kadar yükselen bu bir dizi yeni apartmanın arasında, şimdiki Atatürk Kültür Merkezi’nin bulunduğu yerde ise o zamanki Elektrik İdaresi’nin Fransız müdürünün lojmanı bulunmaktadır.
Rekor sayılabilecek kadar uzun bir sürede inşa edilen Atatürk Kültür Merkezi’nin tarihi de aslında 1930’lara kadar uzanır. İstanbul Valiliği ve Belediye Başkanlığı görevinde bulunan Muhittin Üstündağ döneminde Henri Prost tarafından hazırlanan 15 Ekim 1937 tarihli İstanbul’un Nazım Planı’nı İzah Eden Rapor’da; Taksim Meydanı’nın büyük çapta genişletilmesiyle bir tarafına tiyatro, konferans salonu, sergi salonları ve toplantı salonları yapılacağı belirtilmektedir.
Muhittin Üstündağ döneminde ilk adımı atılan çalışmalar, Dr. Lütfi Kırdar döneminde hız kazanır. İl Genel Meclisi’nin onayının ardından biri Taksim Meydanı’nda Büyük Opera Binası, diğeri Harbiye’de Açıkhava Tiyatrosu olmak üzere İstanbul’da iki gösteri mekanının yapılması kararlaştırılır. Bu konuda ünlü Fransız mimar Auguste Perret’in fikirleri alınır.
Opera Binası’nın projesi için uluslararası bir yarışma açılsa da araya II. Dünya Savaşı’nın girmesiyle Auguste Perret tarafından hazırlanan proje, 1946’ya kadar askıda kalır; Açıkhava Tiyatrosu ise 1947 yılı Ağustos ayında yapılan bir törenle hizmete girer.
II. Dünya Savaşı’nın bitmesinin ardından İstanbul Valisi ve Belediye Başkanı Dr. Lütfi Kırdar döneminde proje bir kez daha gündeme gelir. Bu sefer hedef, binanın İstanbul’un fethinin 500. yıldönümü nedeniyle düzenlenecek olan kutlamalara kadar yetiştirmektir. Dönemin Belediye Mimarı Rükneddin Güney ve Feridun Kip’in hazırladığı projenin uygulanmasına karar verilir.
İstanbul Kültür Sarayı’nın Temeli Atılıyor
Rükneddin Güney aslında hazırladığı projeden pek de memnun değildir. Çünkü kendisine, devletin gücünü göstermeyi amaçlayan bir mimari tasarım hazırlatılmıştır. Oysa Güney o döneme damga vuran otoriter yapılar yerine, çevre ile sıcak ilişkileri olan, ince kolonlu, büyük cam yüzeyleri ile dışarıya ışık ve dostluk saçan yapılar tasarlamasıyla ünlüdür.
Her şeye rağmen binanın temeli İstanbul’un fethinin 494. yıldönümünde 29 Mayıs 1946 günü büyük bir törenle atılır.
İstanbul Belediyesi tarafından 1949’da yayımlanan “Cumhuriyet Devrinde İstanbul” kitabında, Opera binasına ilişkin olarak şu satırlar yer alır:
Taksim’de yapılması kararlaştırılan Büyük Opera binasının temeli, 29 Mayıs 1946 günü İstanbul’un fethinin 494’üncü yıldönümünde atılmış ve o vakitten beri inşaata devam edilerek salon kısmının kaba inşaatına devam edilmiştir. 10 milyon liraya mal olacağı tahmin edilen bu bina için, 1949 senesi sonuna kadar 1.695.772 lira sarf edilmiş olacaktır. Her sene verilecek ödeneklerle İstanbul’un fethinin 500’üncü yıldönümüne tesadüf eden 1953 yılına kadar ikmal edileceği umulan Opera binası 5.277 metre karelik bir sahada inşa edilmektedir.
Binanın seyirci kısmının karkası projeye göre tamamlanır ancak ödenek yokluğundan inşaat bir kez daha yarıda kalır ve bina 15 Temmuz 1953 günü yürürlüğe giren 6165 sayılı kanun ile yapı Maliye Bakanlığı’na devredilir. Kısacası bina İstanbul’un fethinin 500. yıldönümüne de yetiştirilemez.
Bayındırlık Bakanlığı, İstanbul Teknik Üniversitesi’nde görevli konuk Profesör Gerhard Graubner’den yapımı yılan hikayesine dönen binanın durumu hakkında bir rapor hazırlamasını ister. Gelen rapor olumludur ve 1956’da Yüksek Mühendis Mimar Dr. Hayati Tabanlıoğlu projenin başına getirilerek inşaata yeniden başlanır.
Fakat yine ödenek sorunu yaşanmaktadır, inşaat ağır ilerler. 1966’da, Arkitekt dergisinin 324. sayısında, Hayati Tabanlıoğlu’nun “İstanbul Opera Binası ve Kültür Merkezi” başlıklı yazısı yayımlanır. Hayati Tabanlıoğlu, binanın inşaat sürecini ve mimari projeyi anlattığı yazısında, 1946’da temeli atılan Opera Binası inşaatının ne şekilde devam ettiğini aktararak şunları dile getirir:
İstanbul Kültür Merkezi, iyi niyetlerle başlanıp kanunun özellikleri dolayısıyla inşaat ve tatbikatında türlü safhalar geçirmiş çileli bir yapıdır, fakat veriler ve içinde bulunulan şartlar ne olursa olsun mimarın çözümleyip sonuçlandırması gerekli şerefli görevdir.
Yapımında İstanbul’daki belediyecilik ve kentsel yapıdan öte Ankara’daki merkezi hükümetin politikalarının etkili olduğu AKM, Türkiye’de daha önce var var olmayan bir ölçekte inşa edilmekteydi. Hayati Tabanlıoğlu öncülüğündeki mimar ve tasarımcılar, AKM için tasarladıkları planlarda güçlü bir modernizm öngörmektedir. Alman ekolünden yetişen Tabanlıoğlu’nun opera ve tiyatro binalarına dair ileri düzeydeki bilgisinin yanı sıra, mimar Aydın Boysan, mühendis Willi Ehle, aydınlatma tasarımcısı Johannes Dinnebier ile seramik sanatçıları Sadi ve Belma Diren’in teknik ve tasarım becerileri dikkat çekicidir.
Sonunda inşaat biter ve inşası tam 23 yıl süren bu görkemli bina, “İstanbul Kültür Sarayı” adıyla 12 Nisan 1969 günü yapılacak olan açılışa hazırlanır. Açılış öncesi sahnelenecek eserin seçimi sorun olur, bu konuda çeşitli tartışmalar gündeme gelir. Açılışın “Çeşmebaşı” balesi ve ardından “Aida” operası ile yapılması kararlaştırılır.
Bu açılışın öyküsü, Hayat dergisinin 24 Nisan 1969 tarihli sayısında şöyle anlatılır:
Yapımı uzun tartışmalara yol açan, 93 milyon lira sarf edilerek ortaya çıkarılan Kültür Sarayı, sanat yönünden de büyük önem taşıyordu. Bu yüzden de 12 Nisan tarihi bir gün oluyordu.
Taksim alanında, alışılmışın dışında bir hareket vardı. Alana açılan yollar boyunca beyaz miğferli toplum polisleri sıra sıra dizilmiş, binanın çevresine de itfaiyeciler yerleştirilmişti. Otomobillerinin kapıya kadar gelmesini bekleyemeyenler, alanın ortasında inip, uzun tuvaletlerinin eteklerini tutarak, hızla içeri koşuyorlardı.
Sadece İstanbul’un değil, bütün Türkiye’nin ilgisi o gece İstanbul Kültür Sarayı’nın üzerindedir. Öyle ki, ünlü Life dergisi bile geceyi izlemek için bir muhabir gönderir.
Önce Başbakan Süleyman Demirel ve eşi Nazmiye Demirel gelir. Ardından Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay ve eşi Atıfet Sunay içeri girer. Meclis Başkanı Ferruh Bozbeyli, bakanlar ve protokolün diğer mensupları, önce fuayede yapılan kokteyle katılırlar.
Ardından büyük salona geçilir. Bin bir zahmetle inşa edilen İstanbul Kültür Sarayı’nın ilk sanatsal etkinliği Ferit Tüzün’ün bir perdelik Çeşmebaşı balesi ile başlar. Baleden sonra Kahire Operası’nın açılışında da oynanan Giuseppe Verdi’nin ünlü yapıtı Aida sahnelenir…
Her Şeyi Küle Çeviren Yangın
Yapımı tam 23 yıl süren bu görkemli yapının ömrü ne yazık ki 585 gün sürer. 27 Kasım 1970’de “Cadı Kazanı” isimli oyun oynanırken çıkan yangın sonucunda, bina 45 dakikada yanar. Cadı Kazanı, 1950’li yıllarda ABD’de McCarty dönemini anlatan ve komünistlerin Ortaçağ Avrupa’sındaki cadılar gibi avlandığı dönemden etkilenerek adını alan bir oyundur. Tarihin bir cilvesi midir bilinmez, yangının sorumluluğu da ileride solcuların üzerine atılacaktır.
28 Kasım 1970 tarihli Hürriyet gazetesi, İstanbul Kültür Sarayı yangınını “Opera Kül Oldu” sürmanşetiyle verir:
Yangın saat 22.20 sıralarında Cadı Kazanı oyununun temsili esnasında çıkmıştır. Üçüncü perde oynanırken binanın üst katında patlama olmuş ve yangın çıkmıştır. Alevlerin sahnedeki tülleri de tutuşturması ile yangın bir anda çevreye sirayet etmiş ve seyirciler salonlardan dışarıya çıkarılmıştır.
Ahşap kısımların ve dekorların kısa zamanda yanması, ateşi daha da genişletmiş, alevler sahnenin altındaki mazot deposuna da sirayet etmiştir. Mazot deposunun infilâk etmesinden sonra bina tamamen alevlerin içinde kalmış ve alevler gökyüzüne kadar yükselmiştir.
O gece Arthur Miller’in “Cadı Kazanı” isimli oyunu sahnelenmektedir. Üçüncü perdeye dek her şey normaldir ve aradan sonra oyun başlar. Yedi, sekiz dakika sonra, çiftçi rolündeki Kerim Afşar tam meşhur “Alev alev yanıyor dünya… Yanacağız, hep birlikte yanacağız!” cümleleriyle başlayan tiradını söylemeye hazırlanırken sahneye birisi fırlar. Bu durum seyircilerin gülüşmelerine neden olur.
Kerim Afşar o anı Milliyet gazetesine şöyle anlatır:
Yedi, sekiz dakika kadar oynadık. Birden bunca yıllık sanat hayatımda başıma gelmeyen bir şey oldu: Dekorculardan biri sahneye fırladı. Ardından seyircilerin gülüştüklerini işittim. Şaşırmıştık. O sırada adam: “Efendim, yangın…” dedi. Ona nasıl dönmüşüm, nasıl hışımla bakmışım ki, başka bir şey söylemeden gitti. Sahnenin üstüne baktım, yanıyorduk. Hızla yanıyorduk. Panolar alev almış bir halde sahneye düşmeye başlamıştı. Seyirciye dönüp “Hepiniz kaçın, yanıyoruz” diye bağırdım.
Dekorcu Ahmet Aslan sahneye fırlayarak, yangını haber verir. Ancak yangın büyük bir hızla yayılmaktadır. Sonradan yapılan incelemelerde, sahne ile seyircileri ayıracak olan demir perdenin, yağmur musluklarının ve hatta telefonların çalışmadığı tespit edilir.
Yangın çıkışı hakkında sabotaj ihtimalinden ihmale kadar savlar ileri sürülür; ancak yangının çıkış nedni belirlenemez. Yıllarını bu yapının inşasına adayan ve biritlmesini bir onur meselesi olarak gören mimar Hayati Tabanlıoğlu, binanın henüz açılışa hazır olmadığını, teknik alt yapının tam olarak bitmediğini, böylesine komplike bir sahnenin yönetimi için yeteri kadar deneyimli teknisyen bulunmadığını defalarca yetkililere bildirmiş ama sözlerini dinletmeyi bir türlü başaramıştı.
Yanan yalnızca bina değildir. Can kaybı yaşanmamıştı ama Cünety Gökçer’in başrölünü oynayacağı IV. Murat galası için Topkapı Sarayı’ndan getirilerek İstanbul Kültür Sarayı’nda sergilenen eşyaların bir kısmı yani IV. Murat’ın kaftanı, entarisi, onu resmeden bir tablo ve Hafız Mehmed’in çok değerli tarihi bir Kuran-ı Kerim’de yanarak kül olmuş; IV. Murat’ın Bağdat Seferi sırasında giydiği zırhı da büyük hasar görmüştü.
Atatürk Kültür Merkezi Olarak Yeniden Açılış
Yangından kısa bir süre sonra olay unutulmuş, yangının nedeni karanlıkta kalmıştır. 12 Mart darbesinin ardından İstanbul Kültür Sarayı’nının nasıl yandığı ya da kimler tarafından yakıldığı konusu bir kez daha gündeme gelir.
1972’de, İstanbul Kültür Sarayı yangını, Marmara Yolcu Gemisi ve Eminönü Araba Vapuru’nun batırılması, Boğaziçi Köprüsü’nün yeni inşa edilen ayaklarına bomba koymaya teşebbüs gibi eylemlerden suçlanan solcular yargılanmaya başlanır. Emekli Kurmay Yarbay Talat Turhan’ında aralarında bulunduğu 84 sanıklı meşhur düzmece “Bomba Davası” 1975 yılına dek sürer, sanıklar beraat eder.
Binanın onarımı yine mimar Hayati Tabanlıoğlu tarafından sürdürülür. Bu onarım da tam 8 yıl sürer. Yeni bölümler yapılır, iç dekorasyonu değiştirilir.
Hayat dergisinde 22 Nisan İ976’da yayımlanan bir haberde, binanın yakında biteceğini müjdelenmektedir:
Bu defa (…) yangına karşı bütün yağmurlama ve en ufak bir dumandan bile etkilenerek çalışacak olan alarm sistemleri de tamamlanarak, koca site bin 500 kişilik opera salonu, 750 kişilik konser salonu, 350’şer kişilik oda tiyatrosu ve Çocuk Sineması salonlarıyla yeniden gün ışığına çıkıyor…
Binanın ikinci açılışı 6 Ekim 1978’de yapılır. “Atatürk Kültür Merkezi” adıyla yeniden İstanbulluların hizmetine giren yapı, Ortadoğu ve Balkanlar’daki en büyük kültür kompleksi olur…