Anadolu’nun Jeopolitik Konumu
Bilindiği üzere, tarihi meydana getiren üç ana unsurdan biri de coğrafi mekândır. Bir kavmin tarihi, üzerinde yaşadığı toprakların coğrafi durumuna bağlıdır. Bu yüzden biz de işe, Anadolu’nun coğrafi mekânını tetkik ederek başlayacağız. Yalnız, Türkiye’nin bugünkü siyasal sınırları dışında kalan Kuzey Suriye’yi de bu kavramın içine almamız gerekir. Çünkü bu bölge, gerek jeomorfolojik şartlar, gerekse kültür birliği bakımından, Anadolu ile devamlı bir bütünlük arz etmiştir.
Haritaya bir göz atacak olursak, Anadolu’nun Asya, Avrupa ve Afrika kıt’aları tarafından çevrelendiğini ve Asya ile Avrupa kıt’aları arasında da bir köprü vazifesi yüklendiğini görürüz. Bu köprü, güneydoğudan Mezopotamya ve Mısır gibi Eski Doğu, batıdan ise Akdeniz medeniyetlerinin oluşturduğu Eski Batı dünyaları tarafından çevrilmektedir. Bu durum, Anadolu’ya bir kültür aracılığı görevi vermiş gibidir.
Gerçekten, tarihin en eski devirlerinden itibaren Anadolu, doğudan ve batıdan birçok kavmin istilâsına maruz kalmış, pek çok medeniyete beşiklik etmiştir. Bu yüzdendir ki Anadolu, Doğu ve Batı kültür unsurlarının içiçe karışıp kaynaştığı bir bölge durumuna gelmiştir. Nitekim, daha M.Ö. 3. binyıldan itibaren değişik kökenli birçok kavmin bir arada yaşaması ve bu durumun asırlarca devam etmiş olması, bunun en güzel ifadesidir.
Anadolu’nun yeryüzü şekilleri, akarsuları ve iklim şartları da, Anadolu tarihinin meydana gelmesinde büyük ölçüde rol oynamıştır.
Gerçekten, Anadolu’nun kuzeyden ve güneyden yüksek sıradağlarla kuşatılmış olması ve pek az yerden geçit vermesi, bu yönlerden yapılacak olan birçok kavimin göçüne imkân tanımazken, Batı Anadolu bölgesindeki dağların denize dik olarak uzanması, pek çok istilâcının, bu dağ oluklarından geçit bularak, Anadolu’nun ortalarına kadar ulaşmalarını mümkün kılmıştır. Ayrıca güney ve kuzey yönlerinde denize paralel olarak uzanan sıradağlar, Orta Anadolu’da yerleşen kavimlerin, bu dağların arkasında oturan kavimlerle kültürel münasebetlerini de engellemiştir. Örneğin, Karadeniz bölgesinde kabileler halinde yaşayan ve Hitit Devleti’ni, kuruluşundan yıkılışına kadar devamlı olarak rahatsız eden barbar Gaşka kavimlerine ulaşmak ve onları kültürel yönden etki altına almak mümkün olmadığı gibi, Toroslar’ın arkasında oturan Kizzuvatna Krallığı da, bu dağlar yüzünden, Anadolu kültürünün değil, daha ziyade Mısır kültürünün etkisi altında kalmıştır.
Van merkez olmak üzere, Doğu Anadolu bölgesinde M.Ö. 9-6. yüzyıllar arasında önemli bir siyasi güç olarak ortaya çıkan Urartu Devleti de, bulunduğu mevkiinin çok sağlam ve ulaşılmaz olması nedeniyle, uzun süre Asur krallarına baş eğmemiştir.
Dikkat edilirse, Anadolu’daki yerleşme merkezleri, dünyanın her tarafında olduğu gibi büyük akarsu ve göl kenarlarına kurulmuştur. Örneğin Hitit Devleti Kızılırmak ve Yeşilırmak nehirlerinin bulunduğu bölgeyi tercih ederken, Urartu Devleti Van Gölü ile Urmiye Gölü arasındaki bölgeyi kendisine yurt olarak seçmiş, Lidya Devleti ise Gediz, Büyük Menderes ve Küçük Menderes nehirlerinin sulamış olduğu sahada kurulmuştur.
Anadolu insanının sosyal ve ekonomik yaşantısı üzerinde, iklim faktörünün de büyük etkileri olduğunu unutmamak gerekir. Bilindiği üzere Anadolu’da birbirinden farklı üç çeşit iklim görülür: 1 – Akdeniz iklimi, 2- Karadeniz iklimi, 3- Karasal iklim.
Akdeniz iklimi, Akdeniz ve Ege bölgelerinde görülür. Bu iklimde yazlar sıcak ve kurak, kışlar ise ılık ve yağışlı geçer. Karadeniz ikliminde ise her mevsim yağışlıdır. Bunda, bölgenin sık ormanlarla kaplı olmasının da büyük rolü vardır. Karasal iklim, Orta, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da görülür. Bu iklimde yazlar sıcak ve kurak, kışlar ise oldukça soğuk geçmektedir. Bundan başka, yaz ile kış ve gece ile gündüz arasındaki sıcaklık farkları da büyüktür.
Görülüyor ki iklim şartları, Anadolu insanına ne yapması gerektiği hususunda bir yön tayin etmiştir. Bu nedenle, Anadolu’da yerleşen siyasal toplulukların hayatı, genellikle tarıma dayanmak mecburiyetinde idi. Çünkü bu devirlerde, henüz denizin nimetlerinden yararlanma yolları bilinmiyordu. Fakat, Anadolu’daki ziraat ekonomisini Mısır ve Mezopotamya ile bir tutmak doğru olmaz. Çünkü, Anadolu nehirlerinin hiçbirisi, Mısır’ın can damarı sayılan Nil nehrinin yaptığını yapamıyordu. Ayrıca Mezopotamya’da olduğu gibi, düz bir araziye kanallar açmak suretiyle sulama yapmak da arızalı bir durum arzeden Anadolu toprakları için söz konusu olamazdı. Bu yüzden, Anadolu sakinlerinin ziraate dayanan ekonomik hayatları, bir yerde yağışlara bağlı idi. Havalar iyi gittiği takdirde bol ürün alınıyor, bunun tersi olursa kıtlık tehlikesi ile karşı karşıya kalınıyordu. Bu sebeplerden dolayıdır ki, Hitit kralları, devamlı olarak sefere çıkmak ve özellikle Münbit-Hilâl Bölgesi’nden sağladıkları ganimetle geçinmek yolunu tutuyorlardı. Anadolu’nun ziraate elverişli olmayan dağlık bölgelerinde ise halk, hayvancılıkla geçiniyordu. Nitekim, Van bölgesinde M.Ö. 9.-6. yüzyıllar arasında büyük bir devlet kuran Urartuların da ekonomik hayatı, büyük ölçüde hayvancılığa dayanıyordu.
Anadolu’nun M.Ö. 2. binyıl tarihi, Hititlerin başkenti Hattuşaş başta olmak üzere, Çorum-Ortaköy ve Tokat-Maşat Höyük’ten çıkarılan arşivler sayesinde büyük ölçüde aydınlığa kavuşturulmuştur. Hitit tarihinin aydınlatılmasında Hititlerle çağdaş yaşamış olan Mısır, Mitanni ve Asur devletlerinden kalan yazılı vesikaların da önemli payı vardır.
Anadolu’nun eskiçağlardaki tarihini ele alırken, yukarıda zikrettiğimiz coğrafi faktörleri daima göz önünde bulunduracağız.
Anadolu’nun en eski kültürleri taş devri kültürleri olup, bunlar da kendi arasında paleolitik, mezolitik ve neolitik devriler olmak üzere üç safhaya ayrılır.
Paleolitik ve mezolitik devirler, bizim “Yontma Taş Devri” dediğimiz devre tekabül eder. Bu iki devir Anadolu’da yaklaşık olarak 400.000 yıl kadar sürmüştür.
Mezolotik devirden sonra, insanlığın eriştiği kültür aşamasına Neolitik (Yeni Taş Devri) devir denilir.
Neolitik devir, taş devri kültürleri içerisinde bir inkılâp devri olarak kabul edilir. Çünkü bu devirde birtakım yeni keşif ve icatlarla karşılaşılmaktadır. Bunları şu şekilde sıralayabiliriz:
- Ateş, insanoğlu tarafından kontrol altına alınmıştır.
- Pişirme tekniği ile seramik imâline başlanmıştır.
- Ziraat keşfedilmiştir.
- İlk defa yerleşik hayat başlamıştır.
Görüldüğü üzere, yukarıdaki keşif ve icatların her biri bir diğerinden kaynaklanmıştır. Gerçekten, paleolitik devirlerden beri mevcudiyeti bilinen ateş, neolitik devirde insanoğlu tarafından kontrol altına alınmış ve buna bağlı olarak da, o güne kadar elde yapıldıktan sonra güneşte kurutulan çanak çömlekler, ateşte pişirilmek suretiyle daha sağlam ve daha kullanışlı hale getirilmiştir.
Neolitik devre kadar, yiyeceğini doğadan temin eden insanoğlu, bu devirde ilk defa ekip biçmeye başlamıştır. Ne var ki, bu defa da bir başka problem ortaya çıkmıştı. Çünkü, ekip dikilen tarla ve bahçelerin, yabani hayvanlardan ve dış düşmanlardan korunması gerekiyordu. Bu yüzden, Neolitik devir Anadolu insanı, ekip diktiğini beklemek için, tarla ve bahçelerin kenarlarına küçük kulübeler kurmuştur. Böylece, Neolitik devirde ilk yerleşik hayat, başka bir tabirle köy kültürü başlamış oluyordu.
Anadolu’da M.Ö. 8000-5000 yılları arasına tarihlenen Neolitik devrin en önemli yerleşme merkezleri; Burdur-Hacılar, Konya-Çatalhöyük, Mersin-Yümüktepe, Tarsus-Gözlükule, Diyarbakır-Çayönü, Malatya-Caferhöyük, Beyşehir Gölü çevresindeki Suberde ve Erbaba höyükleri ile Keban Barajı’nın şimdi kaplamış olduğu alandaki höyüklerdir.
Neolitik devir yerleşim merkezlerinin etrafında sur yoktur. Ancak evler, aralık bırakılmaksızın yanyana inşa edilmek suretiyle, sur yerini tutacak, bir savunma dizgesi meydana getirmiştir. Bu evlerin kapıları olmayıp, damın üzerinde açılan bir delikten içeriye iniliyor ve sonra merdiven içeri çekiliyordu.
Neolitik devir seramikleri tek renkli olup, bu devirde yapılan araç ve gereçlerin tümü, yine taş ve kemikten imal edilmiştir. Ancak, bu devir aletleri, paleolitik ve mezolitik devirlerdeki gibi kaba saba olmayıp, perdahlanmışlardı. Bu yüzden, Neolitik devre, “Cilâlı Taş Devri”de denilmektedir.
Anadolu’da neolitik devirden sonra başlayan ve taş aletler yanında az miktarda madenin de kullanıldığı devre, Kalkolitik devir denilir. Kalkolitik tabiri, Hellen dilinde “bakır” anlamına gelen khalkos ile “taş” anlamına gelen lithos’tan türetilmiş olup, “Bakır-Taş Devri” olarak da isimlendirilir. Bu devrin en önemli özelliği, taş aletlerden yine yaygın bir şekilde yararlanılmakla beraber, madenden de yararlanılmaya başlanmış olmasıdır. Bu devirde, yaygın olmamakla beraber, en çok kullanılan maden bakırdır.
Kalkolitik devirde, neolitik devre göre önemli değişiklikler olmamış ise de, bazı gelişmeler tespit edilebilir. Herşeyden önce tarım daha ilerlemiş, araçlar daha gelişmiştir. Dokumacılığın da bu devirde başladığı tahmin edilmektedir. Çömlekler, çömlekçi çarkı henüz bilinmediğinden yine elde yapılmakta, bazı yerlerde ise bunların üstüne kalın bir astar boya çekildikten sonra, geometrik motiflerin çizildiği görülmektedir. Bu devirde ölüler daha ziyade ağzı açık küplere gömülmüş, küpün içerisine ölen kişinin silahları ve eşyaları da konulmuştur.
Kalkolitik devrin bir başka önemli özelliği de, bu devirdeki yerleşim merkezlerinin biraz daha büyümüş olup, bunların etrafının surlarla çevrilmiş olmasıdır. Örneğin Kalkolitik devir Hacılar yerleşmesinin etrafı böyle bir surla çevrilmişti. Demek ki, kalkolitik devir Anadolu insanı, kendisini pek güven içinde hissetmemiş olacak ki, böyle bir yola başvurmuştu. Ayrıca şehir suru, eskiçağda bağımsızlığın bir işareti olarak kabul edilmekte idi.
Anadolu’da yaklaşık olarak M.Ö. 5000-3000 yılları arasına tarihlenen kalkolitik devrin önemli yerleşme merkezleri; Pulur, Canhasan, Beycesultan, Horoztepe, Yümüktepe, Tilmen Höyük, Kusura, Alacahöyük, Büyükgüllücek, Yazır, Alişar ve Fikirtepe höyükleridir.
Kalkolitik devirden sonra Anadolu’da Tunç Devri başlar. Tunç devri, M.Ö. 3000-1200 yılları arasına tarihlenmekte olup, üç ana bölüme ayrılır:
- Eski Tunç Devri (M.Ö. 3000-2000)
- Orta Tunç Devri (M.Ö. 2000-1500)
- Yeni Tunç Devri (M.Ö. 1500-1200)
Orta Tunç devriyle birlikte Anadolu, tarihi devirlere girmektedir. Zira, Anadolu’ya ticaret yapmak amacıyla gelen Asurlu tüccarlar, beraberlerinde çivi yazısını da getirecekler ve böylece Anadolu’da da tarihi devirlerin başlamasını mümkün kılacaklardır. Dolayısıyla, M.Ö. 2. binyıl başlarından itibaren Anadolu hakkında yeterince bilgi sahibi olabiliyoruz. Bizim için karanlık olan dönem, Anadolu’nun M.Ö. 3000-2000 yılları arasına tarihlenen Eski Tunç Çağı dönemidir. Özellikle bu devrin ilk aşamasını oluşturan ve M.Ö. 3000-2500 yılları arasına tarihlenen dönem hakkında hemen hiçbir şey bilmiyoruz.
Ancak bu ilk dönemde, araç ve gereçlerin yapımında o kadar çok bakır kullanılmıştır ki, bu yüzden arkeologlar, Eski Tunç Çağı’nın bu ilk safhasını “Bakır Çağı” olarak da adlandırmaktadırlar.
Eski Tunç Çağı’nın ikinci aşamasını oluşturan ve M.Ö. 2500-2000 yılları arasındaki dönem ise Anadolu tarihi açısından tam bir dönüm noktasıdır, denilebilir. Zira bu ikinci aşama, Anadolu ile Mezopotamya medeniyetlerinin gerek siyasi, gerek ticari ve gerekse kültürel yönlerden temasa geçtikleri ilk dönemdir.